Perüle kan ter içinde uyandığında gün ağarmamıştı henüz. Saç dipleri sırılsıklam, üzerinden sıyrılmış yorganla soğumuş teri, ensesini üşütmüştü. Gördüğü rüyanın da etkisiyle kendine gelmeye çalışırken, başucunda duran çerçeveye takıldı gözü. Uzanıp aldı. İçindeki eski gazete kupürüne daldı bir süre. 6 yaşındaki hali, dağınık saçları, kirli yüzüyle ona bakıyordu yine. Hesap soruyordu sanki.
" Ne o, hala mı hatırlayamıyorsun beni? Aptalsın sen," dedi.
Aslında türlü türlü repliği Perüle bu gazete kupüründe hapsolmuş çocukluğu için uydurmaya bayılırdı. Önceleri durumunu normalleştirmek için oynadığı bu oyun, zaman içinde alışkanlık haline gelmişti. Hâlbuki içten içe " Küçük Kızın Mucize Kurtuluşu" başlığı altındaki bu tanıdık yüzün, uzun bir düşten uyanmış ve uykudan öncesiyle ilgili en ufak bir fikri olmayan, zihninin boşluğunda kaybolmuş, karanlık, derin, okyanus maviliğinde ona bakan bir çift göz olduğunu çok iyi bilirdi.
Pamuklu pijamalarıyla yataktan kalkıp da çıplak ayaklarını soğuk, taş zemine bastığında saat 06.00’dı. Isınmaya başladıkça genleşen kalorifer borularından gelen metal tıngırtılarını duyunca, yatağın yanında duran çoraplarını giydi. Kapının arkasında asılı hırkasını da sırtına geçirip koridoru aşıp salona girerken, her yanı kaplayan soluk gri sabah ışığı içini sıktı. Kahve makinasını çalıştırdı. Geniş pencerelerinin önünden henüz uyanamamış pazar miskini İstanbul'un gerçekdışı sakinliğine daldı. Aklında bir an önce rüyasını yazıp kurtulmak vardı. Kahvesini alıp salonun öteki ucundaki çalışma masasına oturdu ve çekmeceden çıkardığı günlüğüne yazmaya başladı.
8' Aralık' 14
Bu sabah da o karga girdi rüyama. Yastığıma konmuş, uzun siyah gagasıyla başıma tık tık vurup, uyan, diyordu. Her defasında aynı noktayı gagalamayı nasıl da beceriyor. Canım o kadar çok acıdı ki yine, gerçek gibiydi. Her geçen yıl canımı daha da acıtmaya, ben uyanamadıkça daha güçlü vurmaya kararlı görünüyor.
Bugün 28 yaşındayım. Tam tamına 28... Kimliğimde yazan tarih, bu sene de bana hiçbir şey ifade etmiyor. Neden etsin ki... Anne adı: Güldeste, bir şey ifade etmiyor. Baba adı: Manzume, hala bir şey ifade etmiyor. Tek gerçeklik zaman. Eskiden kalçalarım tahta gibiydi mesela. Son yıllarda kıvrımlanmaya başladı. Gözlerim, ellerim, göğüslerim bile daha kadın sanki. Bira yerine rakı içmek istiyorum artık, Oğuz yakında viskiye terfi edeceğimi söylüyor.
Of hep aynı şeyler işte... Yazmaktan sıkılıyorum artık ama Oğuz'un arkadaşı, kaçıncı kafa doktorum artık saymadım, hep aynı ısrarda. Yazmanın hafıza kaybı vakalarında çok faydalı olduğunu söyleyip duruyor. Özellikle de rüyalarımı yazmalıymışım... Neredeyse Ali topu tut’tan önce rüyalarımı yazmaya başlamış ve bugüne dek aptal bir karganın gagaladığı beynimden, bir kurdun sarı gözlerinden ve çıplak dallarıyla öylece dikilen bir dişbudaktan başka bir şey görmediğimi düşündükçe bu defteri yırtıp atıp, doktorların topunun köküne kibrit suyu demek geliyor sadece içimden... Ama Oğuz'a da kıyamıyorum işte. Ara sıra günlüğümü açıp okumadan tarihlerine göz atıyor. Yazıp yazmadığımı kontrol için. Hoşuma da gitmiyor değil hani...
UYANmış... Uyanıyorum da ne oluyor sanki. Beni bulan tır şoförü de o kurdu gördüğüne yemin billah etmişti. Yoksa o anlatmıştı da ben yaşadığımı mı sanmıştım... Sahi neydi adı, İhsan Kurtulmuş! Ölmüş müdür acaba. Çok yaşlıydı zaten. Kesin ölmüştür. Onun dışında kimse inanmamıştı zaten bu hikâyeye. Soğuktan sanrı gördüğümden emindi herkes. Kim bilir belki de haklılardı. Peki ya İhsan Kurtulmuş? Hele akraba takımım... O gece ve sonrasında nasıl da acıyarak bakmışlardı bana. Zaten bu hikâyeye de gerek yoktu ki bana acımaları için. Ne annem kalmıştı ne de babam, bir de hafızamı kaybetmiştim. Daha neye gerek vardı ki...
Aşiretmiş...
Hepsinin canı cehenneme.
Neyse işte kahvem bitti, rüyam da bitti. Daha ne yazıyorum ki. Bu kadar terapi yeter. Güneş doğdu, çalışma vakti.
P.
Günlüğünü çekmeceye koyup masanın üzerinde yığılı CD'lere baktı. En üstte National Geograpfic kanalı için alt yazı hazırlaması gereken *"The Secret Life Of Wolves" belgeseli duruyordu. CD'yi takıp izlemeye koyuldu. Karların içinde ren geyiklerini, boz ayıları kovalayan, uzun beyaz dişleriyle avını yakaladığı anda param parça eden kurtları izledi. İçlerinden birinin parıldayan sarı siyah gözleri Perüle'nin gözlerine kilitlendiğinde, kuş serisi bir hamleyle ekranı kapatıp CD'yi çıkardı.
"Bugün herhangi bir gün," dedi kendine.
"Sıradan bir pazar sabahı." Öyle olması için de elinden geleni yapacaktı.
Sıcak bir duş aldı. Saçlarını kuruturken canı yine çok sıkıldı. Kim bilir kaçıncı kez kestirip kurtulmaya karar verdi. Sonra bu sıkıntı ona gününün sıradanlığını hatırlattı ve yeniden keyiflendi. Aynada kendini seyretti. Kurudukça dalgalanan saçlarının kabarışını, sıcak su ve kurutma makinasının ısısıyla pembeleşen yanaklarını izledi. Oğuz'un dolabını karıştırırken bulup el koyduğu, üniversite yıllarından kalma kotunu giydi. Uzun bacaklarına boyunun da bedeninin de tam geldiğini görünce nasıl da şaşırmıştı Oğuz. Bluzunu ve kazağını giyerken, hayli ısınmış odada sıcak bastı iyice. Dışarıda onu bekleyen gri soğuk için atkısını ve beresini de sarınıp paltosunu giymeye dayanamayacağını düşünerek eline alıp çıktı. Sanki az önce ekranda donup kalan o gözler onu hala izliyormuş gibi kaçarcasına kendini sokağa attı. Soğuğun içine işlemesini bekledi bir süre. Derin derin soluklandı ve paltosunu giyip Bebek'e doğru yürüdü. En sıradanından bu kış günü minicik şortları, floresan renkli spor ayakkabılarıyla sahili koşan bir kaç kişiyi de görünce,
" Bu geri zekâlıları da gördüm ya, gerçekten de sıradan bir pazar sabahı," diye düşündü.
Fakat aceleci davrandığını anlaması uzun sürmedi. Tek tük atıştırmaya başlayan kar taneleri dakikalar içinde lapa lapa yağmaya başladı. Perüle ansızın durdu ve kollarını iki yana açıp gözleriyle karın kaynağını arar gibi gökyüzünü taradı. Bembeyaz pusun içinde onu bulduğundaysa,
" Tek eksiğimiz de buydu değil mi?" dedi. " Öyle olsun, oyun senin oyunun nasılsa..."
Açlıktan midesinden gelen sesleri duyduğunda Arnavutköy'ü geçiyordu. Bir kafeye oturup atıştırsam mı diye düşündüyse de hemen vazgeçti. Sanki dursa, bir yere otursa, her şey üzerine çullanıverecekti. Gri kurt, sapsarı gözleriyle onu yakalayacak, karga nihayet gagasıyla beynini delip, senelerdir yapamadığını yapacaktı. Başında ansızın peyda olan ağrının açlıktan mı yoksa gagalanmaktan mı olduğuna karar veremedi.
O gece Iğdır- Doğubayazıt yolunda, karın içinde, yol kenarında bulunduğunda 6 yaşındaydı. Tır şoförü, hastaneye çağırılan jandarmaya Perüle'nin sarılı olduğu battaniyeyi gri bir kurdun dişleriyle çektiğini gördüğüne yeminler etmişti. Hiçbir şey hatırlamayan Perüle de kurdu anımsamıştı ama kafası karmakarışık ve çok üşümüştü. Kaburgasındaki kırık yüzünden göğsü feci ağrıyordu.
"Gözleri," diyebilmişti. "Sarı..."
Hastanede geçirdiği birkaç gün sonrasında akrabalarının arayışıyla kimliği tespit edilmişti. Anne babasıyla İstanbul'dan, memleketleri Doğubayazıt’a uzun ve keyifli bir tatil yapmak için yola çıkmışlardı. Öyle demişti eniştesi Zemheri. Ağrı dağı eteklerinde günlerce arabaları aranmıştı. Fakat kış öylesine sert ve ısrarcıydı ki, karlar eriyene dek bir şey bulunamayacağı anlaşılınca, baharı beklemekten başka çareleri de kalmamıştı.
Perüle bir yandan yürüyor, bir yandan da gitgide kuvvetlenen karın kaldırımları, park etmiş arabaları, trafik lambalarının siperliklerini, ağaçların dallarını, kıyıya bağlı teknelerin halatlarını, kahvaltı hazırlığı için dışarı dizilmiş masaları, sandalyeleri incecik bir battaniye gibi örtüşünü izliyordu.
Amcalarının, yengelerinin, neredeyse tüm baba tarafının yaşadığı kocaman avlulu büyük konakta kış bitene dek tek kelime etmeden, pencerenin kenarında oturduğu günler geldi aklına. Kuzenleri kızakla kaymaya giderlerdi. Yengeler Perüle'ye de ısrar ederlerdi ama o istemez, yerine çakılır ve yemek saatine kadar da kalkmazdı.
Çocuklar Perüle'nin bu yabanıl hallerinden hiç hoşlanmaz;
" Perülee Perüleeee, kurtlar yesin seni deeeee..." diyerek dalga geçer, oyunlarına giderlerdi.
Hâlbuki Perüle, kimseyi hatırlayamadığı bu yerde kendini öylesine yalnız hissederdi ki, bir türlü ait olamadığı, korktuğu için öylece oturup kaldığını söyleyemezdi kimselere.
Ne annesinin, ne de babasının büyük bir umutla gösterilen fotoğraflarını tanıyabilmişti. Birinde kendini de yanlarında görünce ancak ikna olur gibi olsa da, içinde büyüyen kocaman boşluğu hiçbir şey dolduramamıştı. Ta ki bahar gelene dek, öylece o pencerede oturdu.
Bahar, diye düşündü Perüle. Her bahar ne çok otururdu bu kafelerde. Bazen Oğuz'la, bazen de Demet'le. Bahar da tüm mevsimler gibi zaten sadece onlarla geçerdi. Oğuz'u düşünmeye çalıştı. Uzun ince ellerini, sakallı kumral yüzünü gözünün önüne getirdi. Üç senedir beraberlerdi. Demet'in zoruyla tanışmış, becerikli cerrah ellerini sevmişti en çok. Elleri saçlarına, tenine, kedilere, defterlere, uzaktan kumandaya, gazetelere bile özenle dokunurdu. Doğal bir dikkat ve zarafetle... Neyse ki çok yoğun çalışıyor, diye düşündü ansızın. Belki de bu yüzden çoktan ayrılmamışlardı aklınca. Zaten zar zor görüyorlardı birbirlerini. Böyle iyi, diye düşündü Perüle. Böyle çok iyi...
Bebek Parkı'na vardığında iki badem ağacının da, geçen haftalarda ansızın ısınan havaya aldanıp, çiçek açtığını gördü. Karın acıması yoktu. Onların da üzerine var gücüyle yağıyordu işte. Sanki kıskandığı bahardı ve tüm güzelliklerin üzerine çökmeye ant içmişti. Hâlbuki baharın da kıskanılacak bir yanı yoktu Perüle için. Bahar ölüleri gün ışığına çıkarırdı, o da en az kış kadar acımasızdı.
Aşiret reisi dedesi, civar köylerden de topladığı yüze yakın adamı, jandarmayla seferber edip, erimeye karar veren karlarla aramaları başlatmıştı. Çok geçmeden 86 Nisan'ının 3. Cuma'sı, mavi steyşın vagon Renault 12 marka hurda yığını, Demirtepe virajından aşağı yuvarlandığı yerde bulundu. Akşamına iki büyük kırmızı valiz eve getirildiğinde Perüle hiç konuşmadı. Hâlbuki birinin fermuarından sarkan metal künyedeki babasının el yazısını hemen hatırlamıştı.
Yengeler, amcalar uzun süre Perüle'yi arabanın enkazına götürmek için tartışmışlardı. Hafızası açılır belki diyenlerle, olacak şey mi, yazıktır diyenler arasında geçen atışmaları Perüle üst kattan işitmişti. Son karar dedenin yumruğunu masaya vuruşuyla verilmiş, bu bahis de orada kapanmıştı. Dededen izin çıkmamıştı.
Anne ve babasının cesetleri Mayıs ayının 2. Salı'sı, enkazın 10 km. doğusunda, ağaçlık alanda bulunduğunda bahar, yaza yol veriyordu. Karlar eriyip nehirleri çağlarken, köylüler bereketlenen topraklarından gelecek nimetler için şükür duaları ediyorlardı. Perüle'nin ise şükredecek hiçbir şeyi kalmamıştı.
Babam 10 km. dayanabilmişti, diye düşündü Perüle. Ardına dönüp, aşağı yukarı ne kadar yürümüş olabileceğini tahmin etmeye çalıştı. 2 km. yi belki biraz geçmişti. Diz boyu karda yürümeye çalışırken, kucağında en az 60 kg. ağırlığında olmalıydı Güldeste hanım. Gördüğü fotoğraflardan hatırladığı, tahmin edebildiği kadarıyla. Bir an nefesi kesildi. Kumrular soğuktan yerlere inmiş, ayaklarının dibinde kafalarını ileri geri oynatıp, hızla adım atabilmek için güç alıyorlardı. Bebek Parkı'nın yarım saatte yağan karla bembeyaz olmuş banklarından birini eliyle temizleyip oturdu. Uzun kaşe paltosuna rağmen kalçalarından bedenine yürüyen ıslak soğuk içini titretti. Deniz koyu gri bir zırhla örtülmüştü. Tek tük motorlar geçiyordu göğsünde derin ve köpüklü izler bırakarak. Şehir hatları daha başlamadı herhalde, diye düşündü Perüle. Saatine bakacak oldu, bu güne dek hiç kullanmadığından neden böyle bir reflekse kapıldığını anlayamadı. Cebinden telefonunu çıkarıp baktı. 09.34. Öteki cebinden çıkardığı sigarasını yakmak için yeteri kadar beklediğine karar verdi. Sabahın körü değildi artık. Göğün gözü açılmıştı, midesinin zırıltısı devam etse de canı sigaradan başka bir şey çekmiyordu. Sıcak nefesine sigaranın dumanı da katılınca, çıkan beyaz izin yoğunluğu odun sobasının bacasından tüten dumanı anımsattı Perüle’ye. Odun sobası nasıl da sıcak olurdu. O geceden sonra Doğubayazıt’taki konakta, üzerine giydiği kat kat hırkaları günler sonra sırtından çıkarabilmişti. O odun sobası bacasından eksilmeyen dumanıyla sabah akşam hiç durmadan yanmıştı.
Yaz geldiğinde herkes avlulara taşındı. Neşeyle koşan kuzenler, buzları sürahilerde tıngırdayan soğuk limonatalar, bulunan cesetlerin yaktığı yürekleri soğutmak için birebirdi. Perüle çok severmiş limonatayı, yengesi öyle demişti. Annesi içine fesleğen yaprağı koymayı öğretmiş vaktiyle onlara. Biraz da yaban mersini, rengi pembeleşsin diye... Bilmiyordu Perüle. Hiç doğurulmamış, var olmamış gibi hissediyordu. Hayaletler limonata içmezdi ona göre, içemezdi.
Dede yaz sonu kararı verdi. Perüle İstanbul'a, teyzesinin yanına gönderilecekti. Doğubayazıt ona belli ki iyi gelmiyordu. Eski düzenine tam olarak dönmesi mümkün olmasa da, hiç olmazsa aşina olduğu kente, sık sık orada görüştüğü teyzesi ve kuzeni Demet'in yanına gitmesi daha doğru olacaktı.
Kim ne zaman hayatımızın bilirkişisi olmaya hak kazanır ki diye düşündü Perüle. Oturduğu bankta ikinci sigarasını yakıyordu. Tam da bu sırada cevap hakkını kullanmak ister gibi, bir karga gelip kondu önündeki badem ağacının kendisine en yakın dalına. Ağırlığıyla sallanan cılız dalda birikmiş kar tozu boşlukta dağıldı. İncelemeye koyuldular birbirlerini.
“Cevap verecek misin, yoksa bu defa kafamı delmeye mi geldin?” diye sordu Perüle.
Karga kafasını bilmiş bilmiş bir sağa bir de sola eğdi. Sanki zihninin derinlerinde Perüle'nin o eski küçük kız olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Geçen sene okuduğu kitap geldi ansızın aklına Perüle’nin, güldü.
** " Karga Tamura mısın yoksa sen?"
Karga durdu, kıpırdamayı kesti. Gözlerini Perüle'nin gözlerine dikti. Sanki gereken onayı almıştı. Tarama doğrulanmış, küçük kız bulunmuştu. Sıra beynini deşmeye gelmiş olmalıydı, Perüle öyle düşünüyordu. Karganın kuzguni gözlerinde solgun yüzünün yansımasını gördü. Sanki o iki küçücük nokta büyümüş, saydamlaşmıştı. Telefonu çaldığında hala göz gözeydiler.
"Günaydın aşkım, doğum günün kutlu olsun!"
" Teşekkürler Oğuz, günaydın. Nöbet bitti mi?"
" Evet, evet bitti, eve geldim bile. Annem bir şeyler hazırlamış, hemen yiyip yatacağım. Ama akşama buluşuyoruz tamam mı? İtiraz istemem."
" Ya Oğuz, biliyorsun sevmiyorum işte... Her sene aynı... Zaten bir sürü işim de var, çeviri yetiştirmem gerek."
Oğuz, Perüle'nin söylediklerini umursamadı. "Sen neredesin? Dışarı mı çıktın sabah sabah, bir şey mi oldu? İyi misin?"
" Esti biraz işte, yürüyüşe çıktım."
" Kâbus mu yine?"
" Evet, o da var, neyse sonra konuşuruz. Yarın mesela, bana gelirsin olmaz mı?"
... Sessizlik
" gelmez misin?"
" Hayır, hanımefendi beni kandıramazsın. Bugün özel bir gün. Şık bir restoranda mum ışığında, romantik bir yemekle kutlayacağız. Yoksa eve 50 kişiyi doldurup çılgın bir parti yapmayı mı yeğlersin?"
" Tamam, tamam anlaşıldı."
" İşte böyle, saat 18.00 gibi gelirim. Seni seviyorum canım. İyi ki doğdun! Annem de kutluyor, selamı var!"
" Sağolsun, sen de çok selam söyle, görüşürüz."
Eve dönüp bir şeyler yedikten sonra Perüle ' The Secret Life of Wolves’' belgeselini sonlara atıp, boz ayılarla ilgili olanını çevirmeye başladı. Akşama doğru duş alıp giyinirken telefonu çaldı.
"Hazır mısın, giydin mi cicilerini?"
" Naber Demet!"
" İyiyim canımın içi, geldi mi Oğuz?"
" Maşallah istihbarat sağlam. Geldi aşağıda, kapıdayım ben de, çıkacaktım tam."
"Bak bot falan giymedin dimi? O ten rengi ayakkabılarınla, kırmızı elbiseni giyseydin!"
" Yok artık Demet, o ne ya, nişana mı gidiyoruz!"
" Ee ne giydin peki?"
" Of Demet, kapatıyorum ben, hadi hoşçakal!"
" Dur dur dur! İyi ki doğdun canım benim! Sen ne dersen de... İyi ki doğdun! İyi eğlenceler"
" Sağol canım, sen de iyi ki varsın, haydi kaçtım ben, hoşçakal!"
Perüle asansörün aynasında kendine baktı. Kırmızı elbisesinin üzerine giydiği siyah kaşe paltonun, boyunu daha da uzun gösterdiğini düşündü. Ten rengi rugan topuklu ayakkabıları, soğuk floresan ışığında daha da parlak görünüyordu. Demet'i düşünüp güldü. Dışarıda kar aralıksız yağıyordu. Apartmandan çıkıp telaşla kapıda bekleyen Oğuz'un arabasına bindi.
" Off amma da soğuk..." Uzanıp öpecekken bambaşka bir adamla burun buruna geldi. Korkuyla geri çekilip sersemliğini atmaya çalışırken,
" Gerçekten de çok soğuk" dedi adam. " Dilerseniz sizi gideceğiniz yere seve seve bırakırım."
" Şey ben, yanlış oldu, kusura bakmayın."
Perüle şaşkınlıkla gevelerken kapı açıldı. Oğuz durumu arkada park ettiği arabasından görüp yetişmişti. Arabadan inerken Perüle sürekli özür diliyordu. Oğuz'un canı sıkılmıştı. Arabaya koşarlarken Perüle ansızın kahkahalarla gülmeye başladı. Sabahtan beri ilk defa bu kadar neşeli hissediyordu. Hiç durmadan, "İnanamıyorum ya! Sen zannettim gerçekten, hiç bakmadım bile arabaya, siyah mı siyah." ve durmayan kahkahalar. Oğuz'un bu coşkuya tepkisiz kalması mümkün olamazdı. Az sonra arabaya bindiklerinde artık Oğuz da Perüle'nin yörüngesindeydi. Birlikte dakikalarca güldüler. Restorana varmak üzerelerken Oğuz'un telefonu çaldı. Hastaneden arıyorlardı. Acil bir durum vardı ve hemen gelmesi gerekiyordu. Oğuz ne dediyse olmadı. İki saate işim biter diyordu Perüle'ye. "Sen de gelsene, çok uzun sürmez, odamda beklersin, hem daha bir kez olsun gelmedin."
Perüle o kazadan sonra mecbur kalmadıkça herhangi bir hastanenin kapısından dahi geçmemeye özen gösteriyordu. Bu durumdan da gayet hoşnuttu. İhsan Kurtulmuş'un onu tırla hastaneye götürüşünü hatırladı ansızın. Kapılar açılmış, sedye beklenmeden kucaktan kucağa taşınmıştı. Koridor boyunca cayır cayır yanan floresanların retina yırtıcı ışığında gözleri acımıştı. Sonra genzini yakan o koku... Bembeyaz duvarların orta yerine çekilmiş mavi çizgi. Nasıl da sevimsizdi her şey.
Oğuz, Perüle'nin düşünceli halini görüp fazla ısrar etmedi.
"İstersen eve bırakayım seni, işim bitince gelirim"
Oğuz hep anlayışlıydı. En tersi bile tatlı sert. Perüle pamuklara sarılasıydı onun için. Kıymetli bir mücevher gibiydi. Annesi onu böyle yetiştirmişti. Centilmen, anlayışlı... Perüle, babasız büyüyen Oğuz'u, annesinin ne sıkıntılarla yetiştirdiğini biliyordu. Buna yorardı zaten hep zarafetini. Demet de pek severdi Oğuz'u. "Salon erkeği işte, hem de en hoşundan," derdi her fırsatta.
Bu defa Perüle durumu kendine yediremedi. Daha ne kadar kaçacaktı geçmişinin kırık dökük izlerinden. Karga da "UYAN!" dememiş miydi ona. Belki de bir işaretti gerçekten. "Hayır," dedi Oğuz'a, " Hadi gidelim, beklerim ben." Oğuz mutlulukla yola devam etti. Otoparka arabayı parkedip Perüle'nin topuklularla karda yürümesine yardım etmek için davranmışken,
"Hadi koş," dedi Perüle. "Ben yavaş yavaş gelirim." Oğuz içi rahatlayarak koşar adım acil kapısından girerken,
" İkinci kat, sor gösterirler!" diye seslendi. Sensörlü kapılar ona kollarını açıp içeri aldı ve gözden kayboldu.
Perüle küçük adımlarla kapıya geldiğinde üşüyen bacaklarına aldırmadan bir sigara yaktı. Paltosunun önünü kollarıyla sarmalayarak kapattı. Az sonra siren sesiyle yanaşan ambulansın kapıları hızla açıldığında henüz sigarasını bitirmemişti. İki görevli sedyeyi indirirken başka bir arabadan inen 7-8 yaşlarında kız çocuğu, babasının elinden kurtulup Perüle'nin tam karşısına dikildi. Gözü, sedyeden karlı zemine damlayan kana takılıp kaldı. Hızla içeri alınan kadının ardından bakarken Perüle'nin başı döndü. Sigarasını yere atıp ten rengi rugan ayakkabısıyla ezdi. İki kırmızı valizin arasından, kırık pencereden uzaklaşan babasının iri, karanlık bedenini, ardında bıraktığı kırmızı izleri hatırladı. İlk defa babasına dair bir görüntü belirmişti zihninde. Karanlığın içinde, kucağında Güldeste hanım, karlara bata çıka, güçlükle yürüyüşü ve bir hayalet gibi kayboluşu öylece çıkıp gelmişti zihninin kayıp köşelerinden.
" Cemile! Kızım, Cemile!"
Babası öylece donup kalmış kızını kucakladığı gibi hastaneye girerken, yanaklarından akan yaşları silmeye çalışan Perüle'ye bakıyordu küçük Cemile. Karanlık, boş, küçük gözlerle, öylece ifadesiz ve donuk. Perüle bu bakışı çok iyi biliyordu.
"Oğuz, ben eve gidiyorum. Ne olur kusura bakma. Başından beri iyi bir fikir değildi! Yarın ararsın konuşuruz. Yine de her şey için teşekkürler. İyi geceler."
Gönderilen mesajın ardından Perüle kendini bir taksiye attı. Saati de düşünerek trafik olmayacağını umuyordu, "Ortaköy," dedi taksiciye. Adamın yüzündeki memnuniyetsiz ifadeden, tahmininin aksine trafik olduğunu anladı. İyice yaslandı koltuğa ve pencereyi araladı. Derin derin soluklanırken soğuk hava yüzünü yaladıkça arındığını hissetti. Biran önce bitmesini diliyordu bugünün.
Yeniden pijamalarına kavuştuğunda saat 21.15'di. Bir bira açıp telefonu sessize aldı. Oğuz ameliyattan çıkınca kesin arayacaktı, eve vardığının mesajını atmıştı, daha da konuşmak istemiyordu. Boğaza bakan tekli koltuğuna oturdu. Çekmecesinden çıkardığı otu özenle sardı ve yakıp derin bir nefes çekti. Köprünün ışıkları karanlık salonu maviye boyuyordu. Perüle arka arkaya aldığı birkaç nefesten sonra cigarayı küllüğe bıraktı ve gözlerini kapadı. Yine Demet geldi aklına. Boğaziçi’ndeki yurda yerleştiği ilk sene yine bir bahar günü, " Seni Osman'la tanıştırayım, yeni sevgilim," diyerek cebinden çıkardığı cigarayı gösterişini hatırladı. Nasıl da saatlerce gülmüşlerdi. Şimdi neden gülemediğini düşündü. Birkaç saat önce arabasına yanlışlıkla bindiği o adamı getirdi aklına. En yakın kahkahasına giderse belki geri gelecekti neşesi. Olmadı. Yine de zaman geçiyordu işte. Az daha dayanırsa uykuya bile dalacaktı. Ama tam da bu sırada Karga penceresinde bitiverdi. Gagasını cama birkaç defa kuvvetle vurdu. Perüle bir an için odasına gidip yatmayı düşündüyse de yapamadı. İçinden bir ses artık sona yaklaştığını söylüyordu. Direnecek gücü kalmamıştı. Pencereyi açtı. Buz gibi hava içeri münasebetsiz bir misafir gibi giriverdi. Uyuşukluğundan, bulanık zihninden sıyrılır gibi oldu Perüle.
"Haydi," dedi karga.
"Beni takip et."
"Çok soğuk," dedi Perüle.
Karga sustu.
Perüle ne yaptığından pek de emin değil ama düşünme mekanizmasını mantığından da ayırmaya kararlıydı. Odasına gidip dolabı açtı. Kim bilir hangi kutuda saklı duran o battaniye şimdi öylece ilk rafta katlı duruyordu. Düşünmeden alıp sırtına attı ve gerisin geri salona döndü. Karga hala pencerede, onu bekliyordu.
" Beni takip et!" dedi Perüle'ye ve havalandı.
Pervaza çıkıp yalınayak dengede durmaya çalışırken aşağı baktı Perüle. Akan trafiğe, etrafı iyiden iyiye kaplamış karın yol kenarlarında oluşturduğu çamur yığınlarına, insanlara... Karga hemen karşısında daireler çizerek onu bekliyordu. Ardındaki mavi karanlığa baktı Perüle. Her şey tam da istediği gibi olmuş, mantığı zihnini terk etmişti. Ne sonlara, ne de başlangıçlara dair düşünceler vardı aklında. Sadece kocaman ve pırıl pırıl bir boşluk. Usulca kendini boşluğa bırakırken ruhundan teslimiyetin, kabullenişin ve beklentisizliğin milyonlarca hali akıp geçti. Tam da bu yüzden düşüşünü hissetmedi. Uçsuz bucaksız bir ayrışmanın, bölünüşün huzuru yayıldı içine. İsmini, en son Doğubayazıt’tan ayrılırken gördüğü, Aziz dedesi koymuştu. Kelebek demekti kendi dillerinde ve Perüle de şimdi bedenini bıraktığı evinin tekli koltuğuna ilk defa kendi gözleriyle bakıyordu. Artık iri kanatlarıyla bir kelebekti.
Bulutların arasından, renkli yıldızlardan, gecenin içinden geçtiler. Uçtukça uçtular, milyonlarca unutulmuş anının, başkalarının kayıp hatıralarının anaforlarından geçtiler. Uçtukça daha da güçlendi kanatları. Ağrı dağının üzerine vardıklarında,
" Geldik," dedi karga.
Az sonra büyükçe bir kayanın üzerine konduklarında Kelebek, önlerinde kıvrıla kıvrıla uzanan kar kaplı yolu, bembeyaz bir kurdeleye benzetti. Çok geçmeden yolun gerisinden gelen mavi steyşın vagon arabayı gördü. Babası Manzume Bey, Güldeste Hanıma ve hala uyumamış kızına Ağrı dağının efsanesini anlatıyordu. Tam da bu sırada, yolun kenarında yavrularını yeni yuvalarına taşıyan boz kurt en meraklı olan ufaklığın yola doğru koştuğunu gördü. Onları izleyen Kelebek uçup yanlarına, uyarmak istedi ama kımıldayamadı olduğu yerden. Bu defa da Kelebeğin içinde hapsolmuştu. Sanki zihni olanları o tepeden izlerken, bedeni arabanın içinde heyecanla babasını dinliyordu. Her şeyi görüyor ve duyuyordu Kelebek ama müdahale edemiyordu. Annesinin kınalı uzun saçları dolunayda parlıyordu. Babasının muntazam burnu, yanaklarını her öpüşünde batan bıyıkları profilden nasıl da yakışıklı görünüyordu. Heyecanla hikâyeyi anlatırken oynayan dudakları yüzünden o pos bıyık, yaramaz bir kirpi gibi kımıldanıyordu.
Babası son anda fark ettiği yavruya çarpmamak için direksiyonu kırdı ve mavi parlak metal kutu yoldan çıkıp yamaç aşağı, el değmemiş karın örtüsünü acıtıp yırtarak yuvarlandı. Anne kurt yavrusunu ensesinden yakaladığı gibi dişlerinin arasında sallandırarak arabanın düştüğü yere baktı ve hızla yuvasına doğru koştu.
Kelebek ve Karga, Dişbudak ağacının dallarına konduğunda Manzume Bey ters dönmüş arabadan sürünerek dışarı çıkıyordu. Arabanın etrafından dolaşıp yan taraftaki karısını kırılan pencereden çıkardı. Bir yandan gözlerinden akan yaşları silerken, diğer yandan gömleğinin kumaşıyla karısının kan içinde kalmış yüzünü temizlemeye çalışıyordu. Nabzı çok yavaştı. Arka tarafa geçip koltukta kemeri bağlı, ters dönmüş sarkan kızını çözüp hızla vücudunu yokladı. Bir kaburgasının kırılmış olduğunu anlayabildi. Nabzı iyiydi. Bagaja sürünüp valizleri aralarında az bir boşluk bırakacak şekilde yerleştirdi, cam kırıklarını temizlemeye çalıştı. Elleri kesildi. Perüle'yi o küçük aralığa, valizden çıkardığı giysilerin içine adeta gömüp üzerini de battaniyesiyle örttü. Manzume bey o kadar kararlılıkla ve seri hareket ediyordu ki, Kelebek şimdi yukarıdan onları izlerken hayret ve hayranlıkla, babasının doktor olduğunu anımsadı.
Başı kanıyordu Manzume Bey'in. Karda kırmızı izler bırakarak öne süründü. Yanına aldığı kıyafetleri parçalayıp başını temizledi. Kolundaki sıyrığı sardı. Hemen sonra Güldeste hanımın başındaki derin yarığı temizleyip sardı. Etrafına bakıp, dolunayın aydınlattığı boşlukta yukarı, yola tırmanamayacağını anladı. Tek yol ilerideki ağaçlık alandan gidip bir açıklık aramaktı fakat karısının durumu çok ciddiydi. Onu burada bırakıp yardım getirecek vakti olmayabilirdi. Onu alıp gitse yardım çağırsa, kızına dönmesi ne kadar zaman alırdı bilmiyordu. Babasının dakikalar içinde kayboluverdiği çaresizliği Kelebek, Dişbudak ağacının dallarında, taa yüreğinde hissederken daha fazla kendine mani olamayarak ağlamaya başladı. Babası bu sırada zor da olsa bir karar vermişti. Perüle'nin yanına süründü yine.
" Canım kızım, uyan!"
" UYAN!"
" Perüle, canım!"
Yavaşça gözlerini araladı Perüle. Babasının sımsıcak kokusunu içine çekti. Uzun parmaklı güzel elleri saçlarına izini düşüyordu.
"Kızım, bir tanem, kaza geçirdik, Annen yaralandı. Onu hemen yukarıdaki yola çıkarıp yardım çağırmam lazım. Seni bir süreliğine burada bırakacağım ama sakın merak etme, bu battaniyenin altında sıcacık kalacaksın, sakın korkma olur mu kızım!"
"Baba, burası acıyor, ne olur gitme!" derken Perüle göğsünü gösteriyordu.
"Merak etme güzel kelebeğim, güneş doğmadan geleceğim, anneciğin de sen de çok iyi olacaksın, sizi kendi ellerimle iyileştireceğim, söz veriyorum. Babasının artık sesi titriyordu, inceden yanaklarından sızan yaşlar bıyıklarında toplanıyordu.
"Şimdi uslu uslu bekle. Ben gelene kadar arabadan çıkmayacağına ve hiç ses çıkarmayacağına söz ver!"
Perüle ne kadar korksa da babasına bunu belli etmek istememişti. Onu daha fazla üzmek istemiyordu. Dışarıda, karın üzerinde yatan annesinden sızan kanın, sıcaklığıyla karları erite erite kendine yollar açtığını gördü.
"Söz," diyebildi.
Babası kızını yanaklarından öperken gıdıklandı yine Perüle. Battaniye başının üzerine kadar çekildi usulca, Manzume Bey karısını kucakladığı gibi hızla uzaklaştı. Perüle babasını, kucağında Güldeste hanımla karanlığın içinde kaybolana dek ancak bir kelebeğin sığacağı küçüklükte bir aralıktan izledi.
Kelebek, Dişbudak'ın dalında, Karga'ya,
"Babamı göster bana," diye bağırdı. "Nerede şimdi?"
Gün hızla ağarırken, Karga hiç ses çıkarmadı. Ansızın usulca havalanıp aşağı süzüldü. Perüle gözlerini açtığında Karga başını gagasıyla dürtüp duruyordu.
“Gak,” dedi. “Uyan”
Perüle battaniyesini aralayıp Karga'yla göz göze geldi. Uyandığını görüp dışarı seğirtti Karga, uçup gitti. Az sonra gagasında bir dal tavşan elmasıyla döndü. Perüle isteksizce küçük meyveleri yerken Karga da yanı başında bekliyordu. Hepsi bittiğinde uçup Dişbudağın dalları arasından onu izleyen Kelebeğin yanına döndü.
" Demek o sendin," dedi Kelebek.
İçinde bir yerlerde hiç durmayan gözyaşları sel olmuştu. Evde bıraktığı bedenini düşündü, acaba o da ağlıyor muydu?
Perüle arabanın içinde, soğukla gelen uykuya yeniden yenilmeden önce battaniyesinin arasından aydınlanan günde, babasının ve annesinin izlerini aradı ama yağan karla her yer yeniden beyaza bürünmüştü. Kimsecikler yoktu. Bir kuvvet kalkıp onlara yetişmek istedi. Bacaklarını kımıldatmaya çalıştı ama uyuşmuşlardı.
Gün doğmadan döneceğim demişti babası, söz vermişti. Gelmemişti. O halde Perüle de sözünü bozabilirdi.
Kargayla Kelebeğin dallarında oturduğu Dişbudak ansızın çıplak dallarından kütürtüler çıkararak hareketlenmeye başladı. Öyle hızlı uzuyordu ki dalları, kısa sürede arabanın etrafını sarıp sarmaladı. Seslerden korkan Perüle'nin artık dayanacak gücü kalmamıştı. Bacaklarında o gücü bulsa da dışarı çıkamayacağını anladı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken Dişbudak'ın tepesinde onu izleyen Kelebek de çaresizlikle kısılıp kalmış küçüklüğüyle birlikte ağlıyordu. Valizlerin birinden sarkan metal künye alnına değiyor, değdiği yer sanki ateş düşmüşçesine soğuktan yanıyordu. Çok üşüyordu Perüle, tir tir titriyordu. Çok geçmeden ormanın derinlerinden boz kurdun uluması duyuldu. O uzun uzun uludukça Dişbudak uzandığı kollarında bir aralık açtı. Alacalı tüyleri kabarık, sarı siyah gözleri dalların gölgelediği arabanın içinde ateş böceği gibi parlıyordu. Usulca küçük kızın yanına sokulup onu sarmaladı. Sıcacık tüyleri onu ısıttıkça Perüle korkulu düşlerden sıyrıldı ve kendini huzurla kurdun şefkatine bıraktı.
Akşama doğru boz kurt, Perüle'nin yavaşlayan soluk alıp verişini hissedip huzursuzlandı. Burnuyla küçük kızı dürtüp uyandırmaya çalışsa da nafileydi. Perüle çok derinlere dalmıştı. Kurt, battaniyesiyle birlikte ceketinin yakasından çeke çeke Perüle'yi arabanın dışına taşıdı. Dişbudağın hızla kuruyup dökülen dallarının açtığı yoldan onu sürükleyerek ormana daldı. Küçük Perüle bedeni sarsıldıkça göğsüne batan kırık kaburgasının acısıyla farkında olmadan inliyordu. Gece inip de ağrı dağını ve eteklerini kucaklayana kadar çekti boz kurt Perüle'yi.
Neden sonra Perüle İhsan Kurtulmuş'un tırının uzun uzun yanan farlarının gözkapaklarını delip geçen ışığıyla gözlerini araladı. Boz kurt onu usulca yolun kenarına bırakmıştı. Tır şöförü inip de yanına gidene kadar az öteden onları izledi. İhsan Kurtulmuş hayretler içinde küçük kızın bedenini kucaklayıp yerden alırken, kurdun az ötelerinde uluduğunu da gördü.
Bu sırada Dişbudaktan havalanıp yeniden kondukları kayalıktan olanları izleyen Kelebek Kargaya minnetle baktı. Tır hızla hastaneye doğru yola koyulunca daha da kararan gecenin içinde Karganın gözleri bir düş olana dek baktı.
Perüle, sehpada duran telefonun titreyişiyle irkildiğinde, Karga pencerenin pervazından havalandı. Uçup giderken boğazın açıklarına doğru, Ortaköy hareketlenmeye başlamıştı. Hala kar yağıyordu. Perüle telefonuna baktı, arayan Oğuz'du. Açmadı. Dizlerini karnına çekti ve saatlerdir üzerinde oturduğu tekli koltuğa kendini daha da gömüp, gözden kaybolana dek Karga'nın izini sürdü.
* Kurtların Gizli Yaşamı
Haruki Murakami/Sahilde Kafka
Comments