top of page
Writer's picturegülce gürses

Paradoks

 



Rüzgâr başını kaldırıp üzerinde kusursuzca bükülen taş bloklara baktı. “Baba, burası ne kadar eski?” Babası kafasından kaba taslak bir hesap yaparken kemerin devamından aşağı inen bloğa eliyle dokundu, taşın pürüzlü yüzeyinde gezindi parmakları, “630 yıldan fazla olmuş Rüzgâr’cığım.” “Ohaaaa!” Gözlerini kocaman açıp hayretle babasının yaptığı gibi dokundu o da küçük elleriyle taş yüzeye. Babası kıkırdadı. İçerisi karanlıktı, bir sürü ince sütunun arasından cılız ışıklar süzülüyor, yine de içeriyi seçebilmeye yetmiyordu. Rüzgâr tedirginlikle babasına sokuldu. “Elektrikler gitmiş galiba baba, bir de bu kadar sütun yoktu eskiden burada, diymi? Baba!? Baba neredesin?!” Az önce pantolonunun kaba kumaşını elleriyle sıkıca kavradığı babasını göremiyordu artık Rüzgâr. Defalarca geldikleri, babasının Bursa’da en çok sevdiği İznik Müzesini çok iyi biliyor olmasına rağmen içinde yükseliyordu korku. Kimsecikler yoktu, derinden bir kuş sesi duyuldu. O tarafa doğru yürüdü, avluya açılan yüksek ahşap kapının vitraylı camlarından kırmızı yeşil ışıklar, düştükleri yerde dans ediyordu. Adımlarıyla havalanan toz zerrecikleri küçük yıldızlar gibi parlıyordu havada. Ağır ve büyük kapıları 9 yaşındaki cüssesine inat, omuzuyla iterek açtı. Küçük bedeniyle onları açabilmiş olduğuna kendi de şaşırarak gururla bir an dönüp heybetli kapılara baktı. Avlunun ortasında devasa bir Kestane ağacı vardı. Gövdesi o kadar iriydi ki Rüzgâr kendi gibi 5 ya da 6 kişiyle ancak etrafını dolanabileceklerini hesap etti. Etrafı mermer bir yükseltiyle çevrilmişti ama ağaç büyüdükçe mermerleri yer yer patlatmış, kökleriyle aralarından zapt edilemez gücünü ortaya koymuştu. Mermer avluya yer yer kahverengi yemişler, uzun katlanmış yapraklar dökülmüştü. Rüzgâr, ağacın devasa cüssesinde, güneşi gölgeleyen yükseklikteki dallarında kaybolmuşken, avluya çıkan başka bir kapı açıldı ve koyu kestane uzun saçları beline kadar uzanan, beyaz elbisesinin üzerinde uzun kırmızı yeleğiyle genç bir kadın telaşla avluya çıktı. Rüzgâr korkuyla saklandı ağacın gövdesine. “Nilüfer Hatun!” Babasının sesi geçti zihninden. “Mehmet Efendi! Eldivenimle bilyeyi getirir misin?” Rüzgâr, neler olduğunu görebilmek için merakla çevresinden dolandı ağacın gizlice. Ayaklı uzun kafesteki atmacayı o zaman gördü. “Holofia! Canım! Bugün nasılsın bakalım? Kanatlarını açalım mı ne dersin?” Kuş, Nilüfer hatunun parmaklarını içeri uzattığı yere başını yaslayıp sürtündü. “Güzel kız! Mehmet Efendiiii!” “Geldim hanımım geldim!” Rüzgâr, mermer seti aşıp ağacın dibine sokuldu. Hemen üzerindeki iri dala uzandı ve kendini yukarı çekti. Boylu boyunca uzandı dalın üzerine yavaşça ve hemen altında deri eldiveni eline geçirip kafesin kapısı açan Nilüfer hatunu izledi. Atmaca zarif bir zıplamayla eldivenli eline kondu, Nilüfer hatun diğer eliyle başını severken kuşun, gümüşi renkleriyle pırıldayan kanatlarını esnetti Holofia yavaş yavaş. İnce ince pırıltılı tozlar döküldü kanatlarından. Hafif bir rüzgâr esti aşağıdan, yaprakları kımıldattı oldukları yerde, pırıltılı tozlardan küçük girdaplar oluştu mermerin üzerinde, Rüzgâr daha net duyabilmek için gövdesini sarkıttı aşağı, Nilüfer hatun atmacanın kulağına fısıldadı bu sırada “Holofia est regina ventorum.” Birden kanatları uzamaya, gövdesi irileşmeye başladı kuşun. Tüylerinden dökülen gümüşi tozlar artık tüm avluyu kaplamıştı. Güçlü bir hamleyle havaya doğru fırlattı kuşu Nilüfer hatun, bu sırada upuzun kanatlarını çırparak havalanırken atmaca, tozlar tüm avluda yükseldi, gözlerine burnuna kaçtı Rüzgâr’ın ve hapşırıp tıksırırken düştü ağaçtan mermer zemine. Nilüfer hatun ifadesiz bir yüzle izliyordu çocuğu. Az sonra Holofia muazzam bir hızla gövdesine sardığı kanatları görünmez, bir kurşun gibi Rüzgâr’ın üzerine inişe geçti. Gözleri kocaman büyüdü çocuğun, son anda kolunu yüzüne siper etti ve sımsıkı kapattı gözlerini. Yeniden açtığında, elinde deri eldiven, üzerine konmuş Holofia’yla göz gözeydi. Bir gözü diğerinden kat be kat büyük ve irice bir cam bilye gibi dışarı kavisle çıkmış, tam da o gözüyle Rüzgâr’a bakıyordu. O cam gibi saydam ve parlak yüzeyde Rüzgâr kendi yansımasını gördü. Derin bir nefes aldı. Bu sırada gözünü kırptı Holofia. Yeniden parlak güneş ışığıyla dolduğunda saydam yüzey, babasının yüzü belirdi. Zihnin den geçen sesi “Bul Beni Oğlum!” Dedi.

 

Rüzgâr ter içinde yatağında gözlerini açtı. Başucundaki dijital saat 06:30 u gösteriyordu. Kalktı. Defterini alıp odasından çıktığında koridor sabahın ilk ışıklarının salondan sızan loşluğunda, sessizliği ayaklı büyük saatin tik takları bozuyordu sadece. Çalışma masasına oturup lambanın ışığını açtı ve yazmaya başladı.

 

“Rüzgâr!” Annesinin sıcak eli koluna dokundu. Masanın üzerinde uyuya kalmıştı. “İyi misin canım?” Başını salladı Rüzgâr, az sonra kendine gelince önünde açık duran defteri annesine uzattı, parmağıyla sayfayı işaret etti heyecanla. Annesi defteri alıp tekli koltuğa oturdu ve Rüzgar’ın yazdığı rüyasını okudu. Arar ara başını kaldırıp oğlunun kumral yüzüne, kulaklarına düşen düz saçlarına, merakla ondan bir tepki bekleyen ela gözlerine bakıyordu. Defteri kapadığında yüzünden sıkıntılı bir esinti geçti. Koltuğun ucuna gelip uzandı, oğlunun ellerini ellerinin arasına aldı. “Canım, biliyorum çok zor. Hele bu zamanlar… Haftaya 1 yıl olacak. Tüm bunlar sadece bir rüya Rüzgâr. Lütfen gereğinden fazla anlam çıkarma.” Rüzgâr öfkeyle defteri elinden kapıp yazmaya koyuldu. Kalemin sert ve kararlı hareketleri defteri eziyordu. Her harf acıtarak izini düşüyordu beyaz sayfalara. Yeniden uzattı annesine.

“Babam beni çağırıyor anlamıyor musun! Eminim buna. Neden anlamak istemiyorsun? Neyden korkuyorsun? Neden bana inanmıyorsun?”

“Rüzgâr! Aylarca, onlarca gönüllü ve ekiple aradılar babanı, biliyorsun! Uludağ bu bitanem, her köşesini biliyorlar, her köşesine bakıldı! Yıl dönümü geldiği için hepimiz huzursuzuz zaten. Ben de ne rüyalar görüyorum kaç gündür bir anlatsam… Şimdi her gördüğümüz rüyanın peşine düşebilir miyiz Rüzgar?! Boş umutları bir kenara bırakıp artık durumu kabullenmek zorundayız anlıyor musun.” Defteri kapatıp masaya bırakırken doğruldu annesi, elini 17 yaşındaki oğlunun belirginleşen omzuna koydu. “Hadi bir çay demleyelim, kahvaltımızı yapalım, bugün çok güzel bir gün olacak hissediyorum!”  Rüzgâr öfkeyle omuz silkip yerinden kalktı ve kapıya gidip ona çıkmasını işaret etti. “Rüzgâr canım, yapma böyle oğlum, üzme beni… Ben de özlüyorum, hem de her gün!”  Rüzgâr etrafına bakındı hışımla, ardında uzanan kütüphanenin rafından eline geçirdiği fotoğraf çerçevesini öfkeyle yere fırlattı. Param parça olan camlarından fırlayan fotoğrafı yerden alırken annesi, “Sen daha doğmamıştın, babanla yeni evliydik, beni ilk o zaman götürmüştü Alaçam Şelalesine.” Rüzgâr yüzünden geçen saniyelik pişmanlığı ve şaşkınlığı silkeleyip kararlılıkla ayağını yere vurdu. Çıkmasını istiyordu annesinin odadan, daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı ve ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Bu sırada koridora açılan başka bir kapıdan ablası Melisa çıktı. “Ne oluyor yaa sabah sabah?” “Ne olacak, Rüzgâr Efendi yine olay çıkarmakla meşgul, canının istediğini yaptıramayınca ne kadar çirkinleşebileceğini hatırlatıyor. Yat sen, ben kahvaltıyı hazırlayınca kaldırırım seni.” Ablası bir Rüzgâr’a bir de annesine bakıp oflayarak kapıyı kapattı. Rüzgâr az önce duyduklarıyla daha da öfkelenmişti. Annesinin koridora adımını attığı an arkasından şiddetle çarpıp kapattı kapıyı. Kendisinden başka kimsenin artık babasıyla ilgilenmediğini anlamıştı. Sonuçta o da biliyordu bu saatten sonra onu canlı bulamayacaklarını. Biliyordu ama yine de öldüğünü kabullendiği andan itibaren içinde dinmeyen bir duygu peyda olmuştu. Babasını bulmak zorundaydı. Masaya oturup çekmeceden kalınca bir albüm çıkardı. İlk sayfayı çevirdi, 30 Temmuz 2018 tarihli bir gazeteden kesilmiş, babasının kumral, düz saçları dağınık, yuvarlak kemik gözlükleri, kirli sakalıyla ona tebessüm eden yüzü belirmişti ansızın. Yüzlerce kez okuduğu haberi yeniden taradı gözleriyle;

“Bursa’nın sevilen siması, Prof. Haldun Toprak için ailesi 24 saattir kendisinden haber alamadıklarından, kayıp ihbarında bulundular. Adı henüz yetkililerce açıklanmayan, İngiliz olduğu bilgisini aldığımız bir kişi tarafından hafta sonu için Uludağ’da bir araştırma gezisine rehberlik etmek üzere cuma sabah saatlerinden evinden ayrılmış Prof. Haldun Toprak. Görgü tanıklarının ifadesine göre en son saat 09:30’da İznik Müzesindeki makam odasından çıkarken yalnız olarak görülmüş. Aracı Soğukpınar, Ketenli Yayla mevkiinde park halinde bulundu. Yetkililer son konumunu tespit edebilmek için, telefon operatörlerinden gelecek baz istasyon kayıtlarını bekliyor. Prof. Haldun Toprak, Keşiş Dağı olarak da bilinen Uludağ Manastırlar bölgesiyle ilgili yaptığı araştırmalar ve önayak olduğu keşif çalışmalarıyla, son 3 yıldır da İznik Müzesi Müdürü olarak bulunduğu görevindeki başarılarıyla adından söz ettirmiş, esprili, renkli kişiliği ve genç yaşına sığdırdığı başarılı çalışmalarıyla Hristiyan dünyasında da saygı gören bir Tarih profesörüdür. Kendisi 48 yaşında olup, evli ve iki çocuk babasıdır.” 

Rüzgâr pencereden dışarı daldı bir süre, rüyasını düşündü. Neden 9 yaşındaki halini görmüştü, henüz konuşabiliyorken… Kendi sesini duymayalı yedi sene olmuştu. Annesinin de dediği gibi, sadece bir rüya mıydı? Yumruklanan kapının sesiyle irkildi! Ablası kapıyı açmaya çalıştıysa da nafileydi, kilitliydi. “Bana bak, bu oda sadece senin emrine amade değil tamam mı! Benim de kullandığım bir sürü şey var orada, böyle kilitleyemezsin kafana göre!” Bir süre direndiyse de sıkılıp gitti en sonun ablası. Rüzgâr birkaç sayfa çevirdi, gazete kupürleri birbiri ardına yapıştırılmıştı.

“Prof. Haldun Topraktan umut kesildi, 3 aydır sürdürülen, gönüllülerin, Jandarmanın, İznik ve Bursa Büyük şehir belediyeleriyle AFAD’ın ortaklaşa yürüttükleri kapsamlı arama kurtarma çalışmalarının sonucunda, Aras Şelalesi yakınlarında son bulan izlerden varılan kanının; Prof. Haldun Toprak’ın ve hakkında basına bilgi verilmeyen gizemli İngiliz araştırmacının şelalenin yakınlarında kamp kurduğu, Toprak’ın bulunan birkaç özel eşyasından tespit edilmiştir. Yetkililerce Profesöre eşlik ettiği düşünülen kişinin varlığına dair, kendi randevu defterine aldığı notlar dışında hiçbir kanıt bulunamamıştır. Ajandada yazan ismin neden sır gibi saklandığına, isim benzerlikleri nedeniyle spekülasyona mahal vermemek için, diyerek açıklama getiren emniyet yetkilileri; İngiliz yetkililerle de ortaklaşa yürüttükleri araştırmadan, herhangi bu isimde bir İngiliz vatandaşının, ellerinde güncel kayıp ihbarı bulunmadığı bilgisini almışlar. Resmen durdurulan arama çalışmalarıyla Toprak ailesi taziyeleri kabul etmeye başladı. Prof. Haldun Toprak’ın 17 yaşında bir oğlu, 18 yaşında bir kızı bulunmakta.” 

Rüzgâr gazetenin nereden bulduğunu hiç bilemediği o fotoğrafa baktı bir süre. Kaybolmasından bir ay kadar önce ablasının Lise mezuniyetinde, okul bahçesinde çekildikleri o fotoğrafa. Babası bir uçta, yanında Melisa, annesi ve diğer uçta kendisinin olduğu. O olayın sonrasında babasıyla arasında günden güne büyüyen uçurumun onları getirdiği yerin resmiydi aslında o fotoğraf. Bir zamanlar ayrılmaz oldukları, babasının kahramanı olduğu günlerin çok uzağında, iki yalnız erkeğin arasına yerleşen iki kadınla sadece birbirlerine bağlandıkları o son günlerin hatırasıydı sanki. Çalışma odasından çıktığında akşam olmak üzereydi. Kapının sesini duyan annesi ne kahvaltı ne de öğlen yemeği yememiş oğluna seslendi, sabah söylediklerine çoktan pişman olmuştu. “Rüzgâr! Canım, hadi bak birazdan yemeğe oturacağız sen de gel, bütün gün bir şey yemedin!” Bu defa da kendi odasının kapısı çarparak tepkisini belli etmeyi seçmişti Rüzgâr. Oğlundan aradığı ilgiyi bulamayınca kızına seslendi Meral Hanım. “Melisaa! Melisaa?” Odasının kapısını bir kulağında cep telefonuyla açtı Melisa! “Ne var!” “Kızım yemek hazırlıyorum, gelip şu sofraya yardım eder misin?!” “Of annee telefondayım, ben yemeyeceğim zaten, daha yeni yedik yaa!” “Kızım kaç saat oldu, öğlendi o, saçmalama!” Bir kapı daha çarpıldı. Elinde yarısı soyulmuş bir patatesle öylece kaldı Meral Hanım, önce omuzları düştü, sonra soyacak ve patates. Ellerini yıkayıp dolaptan bir şişe beyaz şarap çıkardı, bir kadeh koyup tüm ışıkları kapattı ve yatak odasına geçti.  

 

            Sabah erkenden kalkıp holdeki aynaya yazdığı notu iliştirip çıktı Rüzgâr. “Müzeye gidiyorum, akşama dönerim” Bisikletine binip yola koyuldu. Her zamankinden de hızlı çevirdi bu defa pedalları ve 20 dk. İçinde kemerli girişe varmıştı. Her yerde tadilat nedeniyle kapalı olduğuna dair yazılar asılıydı. Umursamadı Rüzgâr. Babasının öğrettiği, binanın yan tarafındaki nispeten görünmeyen personel kapısı çoğu zaman açık olurdu. O taraftan giriş yapacakken güvenlik telaşla ona yetişti. “Hey delikanlı, kapalı, içeri giremezsin, hem orası sadece personel...!” Rüzgâr ardına döndü. “Rüzgâr! Sen miydin evlat?” Yanına gidip Rüzgar’ın hareketsiz bedenine ve ifadesiz yüzüne inat, acıma ve şefkatle sarıldı İsmail. Biliyordu konuşmayacağını ama ona hiç engel olmamıştı öncesinde de İsmail hep konuşurdu. “İyisin dimi? İyisin iyisin. Meral Hanım, Melis de iyi mi bari?” Rüzgâr hafifçe başını salladı, evet anlamında, İsmail bu hareketle daha şevklendi; “Neredeyse bir sene olacak be Rüzgâr, hey gidi Haldun Hocam ne adamdı be, yeri dolmaz onun Rüzgâr, bak yeni gelen müdür…” Rüzgâr daha fazla dayanamadan içeriyi işaret edip el salladı ve hızlı adımlarla kapıdan geçti. İsmail, “Tabi tabi gir, bütün müze senin, kimsecikler yok bugün benden başka” derken Rüzgâr çoktan gözden kaybolmuştu. Tıpkı rüyasındaki gibi karanlıktı içerisi, sadece avluya çıkan kapıların vitraylarından renkli ışıklar düşüyordu zemine. Avlunun bir tarafında taş duvarların temizliği için bir iskele kuruluydu. İsmail’in dediği gibi kimsecikler yoktu. Kestane ağacının etrafında bir tur attı Rüzgâr, güneş daha tam tepeye ulaşmamıştı ama temmuz sıcağı hafiften hissedilmeye başlamıştı. Ağacı çevreleyen mermer sete oturdu, başının altına sırt çantasını koyup uzandı boylu boyunca. Ağacın dallarından üzerine düşen gölgeleri izledi bir süre, neden geldiğine ya da babasını nasıl bulabileceğine dair en ufak bir fikri yoktu. Bu garip rüyanın ne anlama geldiğini düşünüp duruyordu ama işin içinden çıkamıyordu. Tüm bunlar zihninden geçerken tatlı bir yorgunluk çöktü üzerine, göz kapakları ağırlaştı, kuş sesleri yoğunlaştı, uykuya daldı. Gözlerini açtığında, güneş hücum etti var gücüyle, kırpıştırdı rahatsızca. Sersemlemiş, nerede olduğunu birkaç saniye içinde ancak ayırt etmişti. Ağacın dallarında bir kıpırtı oldu bu sırada. Gözlerini kısıp dikkat kesildi, yavaşça uzandığı yerden doğruldu, tam bu sırada atmacayı gördü. Diğerinden kat be kat büyük olan gözü üzerinde, Rüzgar’ı izliyordu. Fark edildiğini anladığı anda kanatlarını açtı ve dallara, yapraklara çarparak hızla havalandı. Rüzgâr artık seçemediği kuşu görebilmek için yerinden kalkıp avlunun öteki ucuna gittiğinde ancak kuşun kurşun gibi üzerine doğru alçaldığını gördü. Korkuyla olduğu yerde çömelip koluyla yüzünü siper etti ama kuş tam başının üzerinde yeniden kanatlarını açıp az önce Rüzgârın bıraktığı açık kapılardan içeri daldı. Çantasını kaptığı gibi peşinden içeri girdi Rüzgâr. Alt kattaki depoya inen merdivenlerinden koşar adım takipteydi. Karanlığın içine indikçe atmacanın kanat sesleri daha da yükselmişti. Rüzgâr sırtını duvara verip yavaşladı, gözlerinin karanlığa alışması zaman aldı. El yordamıyla deponun girişindeki lamba düğmesini bulup açtı. Dar uzun, penceresiz depoda, raflarda yığılı eserlerin, yığınların üzerinde havalanmış tozlar yatışmamıştı. Yavaşça içeri girdi Rüzgâr, sessizce, dikkatle ucu görünmeyen odanın içinde, yığınların arasından, gürültü yapmamaya çalışarak ilerledi. Kuşu korkutmak istemiyordu. Odanın sonuna vardığında, üzeri koyu renk bir örtüyle kapatılmış, duvara yaslı duran, iki insan boyu, ahşap oymaları örtünün altından görünen şeyin önünde yere konmuş duruyordu atmaca. Rüzgâr tedirgince yaklaştı, kuş huzursuzca kanatlarını çırpıp ondan uzaklaşıyor, zemindeki tozlara gümüşi pırıltılar döküyordu kanatlarından. Bu küçük köşe kapmacanın pes edeni Rüzgâr oldu. Sırtını duvara yasladı, çantasını yavaşça ayaklarının dibine bıraktı, derin bir nefes aldı, ellerini iki yanına açtı ve neredeyse bir heykel kadar sessiz ve hareketsizce bekledi. Atmaca birkaç meraklı ileri geri hamleden sonra rahatlamıştı.  Odanın ortasında, üzeri kumaşlarla örtülü yığınların üzerine zıpladı, kanatları örtülere çarptıkça tozuyan hava bulanıklaşıyordu, az sonra gürültüyle havalandı ve yüksek, kemerli tavanda daireler çizmeye başladı. Avuçlarını kaldırdı Rüzgâr, ellerine düşen pırıltılı tozlarla yer yer saydamlaşan parmaklarını inceledi hayretle. Bu sırada kuş tavanda, odayı uçtan uca dönerek gitgide daha da hızlandı ve tiz bir çığlık gibi yankılanan sesiyle odayı boydan boya aşıp hızla duvardaki nesnenin içinden geçip gözden kayboldu. Rahatı bozulan kumaş birkaç saniye içinde ortalığı daha da tozutarak yere düştü.  Rüzgâr sırtı duvarda öylece donup kalmıştı. Ayaklarının dibindeki kumaşı tedirginlikle itekledi, kuşun içinde olduğunu düşünüyordu ama yanılmıştı. Uzanıp tuttu dikkatle, iki eliyle ağır ve eski örtüyü kaldırıp boşlukta salladı. Kalbi deli gibi atıyordu. Ancak idrak edebiliyordu. Kumaşı usulca yere bıraktı. Bir karış kalınlığında, kestane ağacından oyulmuş çerçeveye dokundu hayretle. Oymaların derinleşen, sonra yeniden sığlaşan kavislerinde gezdi parmakları, oradan aynanın soğuk camına dokundu. Kirli, lekeli, yansımasında dalgalanan yüzüne baktı dikkatle. Yavaşça eğilip büküldü suratı, bedeni korkuyla birkaç adım geriye sendeledi, ardındaki kumaşa takılıp yere düştüğünde Nilüfer hatunun yansıması tam karşısındaydı. Rüzgâr’ın dudaklarından istemsizce bir inilti çıktı, korkmuştu. “Baban seni bekliyor.” Dedi kadın. Gözlerini açtığında mermer sette yatıyordu hala Rüzgâr. Nefes nefeseydi, ağacın dallarında atmacayı aradı gözleri, yoktu. Çantasını kaptığı gibi aşağı indi. Depoya girdi. Her şey az önce rüyasında gördüğü gibiydi. Duvarda yaslı öylece duruyordu ayna, üzerinde tozlu örtüsü, tutup indirdi aşağı, kirli lekeli yüzeyinde kendi yansıması vardı sadece. Etrafına bakındı, ne aradığını dahi bilmeden. O an gördü, en üst rafta, atmaca, içi doldurulmuş, cansız bir heykel gibi, ahşap bir kaidenin üzerinden ona bakıyordu. Gözleri, gövdesi, kanatları, sıradan bir atmacaydı sadece ama oradaydı işte. Uzanamayacağı kadar yüksekteydi, üzerine çıkabileceği bir şey aradı ama bulamadı. Duvara sabitlenmiş dikmeleri var gücüyle yokladı, sağlam görünüyordu, dikkatlice tırmandı yukarı kadar, uzanıp aldı kaidesinden, bu sırada ona bağlı deri bir kese de geldi onunla beraber ve ağırlığına hazırlıksız yakalanan Rüzgâr ansızın dengesini kaybedip düştü taş zemine. Elleri, sırtı çarpmanın etkisiyle incindi, güçlükle tozların havalandığı zeminde oturdu, atmaca öylece yerde boş gözlerle yatıyordu. Deri keseyi uzanıp çekti kendine. Çözüp ayırdı kaideden. Eldiven ve bilye vardı içinde. Yerinden güçlükle kalkıp kaidede duran atmacayı aynanın yanına koydu. Cam iri bilyeyi eline aldı ve deri eldiveni sağ eline geçirdi. Tüm bu hareketleri düşünmeden, her nasılsa bir şeylerin olmasını umarak yapıyordu. Gözlerini kapadı, serin, kuru ve tozlu havayı içine çekti derin derin, bekledi. Bekledi. Hiç hareket yoktu. Tek gözünü açıp merakla etrafına baktı, her şey yerli yerindeydi. Birden aklına Nilüfer hatunun sözleri geldi, çantasından telaşla çıkardı defterini. Önceki gece, rüyasında duyduğu bu sözleri internetten araştırıp anlamını bulmuştu, Holofia rüzgarların kraliçesidir, demekti. Sözcükleri okumaya çalıştı Rüzgâr ama dili ağzının içinde büyümüş, kelimeler okunduğundan başka, gıcırtılı, bozuk, garip bir şekilde çıkmıştı dudaklarından. Bir kez daha denedi, bu defa daha yavaş ve zorlayarak ağzının içinde yıllardır işlevsiz yatan dilini. Kelimeler döküldü usulca, “Hol-o-fi-a est re-gi-na ven-to-rum”. İşe yaramıştı, birkaç saniye süren sessizliğin içinden Rüzgâr atmacanın kımıltılarını duydu. Gümüş tozlarını saçarak canlanıyordu kaidenin üzerinde, kanatları geriniyor, gerindikçe uzuyor, başını silkeledikçe rahatsızca bir gözü büyüyüp küçük başının yarısını kaplıyordu işte gözlerinin önünde. Odanın içinde nereden geldiğini anlayamadığı bir rüzgâr esmeye başladı hemen sonra. Tozlar toparlanıp kendi etrafında dönmeye başladığında atmaca kaidesinden ayrıldı ve bir sıçrayışta Rüzgâr’ın eldivenli eline kondu. Pençelerinin sivriliğini eldivene rağmen hissediyordu Rüzgâr. İri gözünün saydam yüzeyinde kendi yansımasını gördü, atmaca başını eğip diğer elini, farkında olmadan yumruk yaptığı avucunu dürttü yavaşça gagasıyla. Rüzgâr avucunu açtığı anda havalandı atmaca. İç bükey tavana yükselip dönmeye başladı hızla. Her dönüşünde daha da hız kazanıyor, bu hızla girdap oluşturan rüzgâr ve gümüş tozlar odanın altını üstüne getiriyordu. Birden yer çekimi devreye girdi, her şey zemine hızla düştü ve atmaca aynanın içine dalıp gözden kayboldu.  Rüzgâr donup kalmıştı, neredeyse yeniden uyanacağı anı bekler gibiydi, bu da ancak bir rüya olabilirdi… Elindeki cam bilye önce karardı, sonrasında süratle görüntüler akmaya başladı. Gökyüzünden yeryüzünü izliyordu artık, atmacanın gözünden ama bildiği zamana ait değildi bu görüntüler. Kağnı arabalarına doluşmuş, başlarında fesli sarıklı insanlar, kırmızı çatılarıyla ahşap payandalı evler, çınar ve kestane ağaçları, toprak yollar geçiyordu, derken yeşil minarenin etrafında bir tur attı atmaca, o zaman anladı Rüzgâr, İznik’ti burası, nerede görse tanırdı o minareyi, evindeydi hala… Çatıları, sokakları, tarlaları, bahçeleri geçti, yükseldi, yükseldi yükseldi… Uludağ’ın eteklerinde, gürül gürül suları akan bir şelalenin yanında kayalığa kondu. Rüzgâr dona kaldı, içinden çekilen ruhunun bedeninden ayrıldığını hissediyordu, buz kesmişti her yanı, bu kayaları, bu şelaleyi çok iyi biliyordu, kelimelerini ve sesini bıraktığı yerdi burası. Küçük zirvede, Aras Şelalesinin yakınlarında. “Babaaa!” Çığlığını adeta zihninde duydu ve oracıkta kendinden geçip taş zemine yığıldı kaldı.

 

Çantasında deri eldiven ve bilyeyle pedallara asılmış son sürat İsmail’i geçerken hava kararmaya başlamıştı. Anahtarıyla yavaşça eve girdiğinde holde annesiyle burun buruna geldi. “Rüzgâr! Bu ne hal?” Kendi de bilmiyordu ne halde olduğunu, üstünü başını çekiştirdi huzursuzca. Bu sıra portmantonun ince uzun aynasında yansımasını gördü. Kumral yüzü, beyaz tişörtü, kolları, hatta omuzunda asılı siyah sırt çantası, kot pantolonu, spor ayakkabıları, hepsi gri, pırıl pırıl parlayan tozla kaplıydı. Rüzgâr omuz silkti ve banyoya girdi. Atmacanın tozunu serin tatlı suyla üzerinden akıtırken artık biliyordu, bunların hiçbiri sıradan bir rüyanın izleri değil, babasının ona ulaşma yoluydu. İçindeki sessizliğin kaynağını, korkularını, kırgınlıklarını bir yıldır acıya dönüştüren bu beklemediği yoksunlukla gelen suçluluk duygusundan kurtulabilmek için tek yoluydu onun çağrısına kulak vermek. Bunu ona borçluydu, buna hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardı.

 

Daha fazla dikkat çekmemek için o geceyi ablası ve annesiyle beraber yemek yiyerek geçirdi. “Müze kalabalık mıydı? Nasıl tanıdık birilerini gördün mü?” Sordu annesi. Rüzgâr cebinden çıkardığı defterine yazdı, İsmail’i, tadilatı, kimsenin olmayışını. “E ne yaptın bütün gün boş müzede? Sıkılmadın mı?” Başını hayır anlamında salladı iki yana Rüzgâr. Melisa telefonunda mesaj yazmakla meşguldü yemek boyunca. Rüzgâr yeniden yazdı defterine ve uzattı annesine. “Ben yarın sabah yine erkenden müzeye gideceğim, beni merak etme.”

“Geçen gece gördüğün rüyayla ilgisi var mı bu ani müze aşkının?” Rüzgâr omuz silkti. “Endişelenmeli miyim Rüzgâr! Yarından sonra baban için bir anma töreni yapılacak biliyorsun, bu zor günlerde birbirimize destek olmaya her şeyden çok ihtiyacımız var farkındasın değil mi?” “Hassiktir ya!” Melisa’nın sesi ikisini de şaşkınlıkla irkiltti. “Pardon ya, Selen Mert’le… Of neyse ben odama gidiyorum.”  Melisa yüzü telefonunda kalkıp gitti. Annesi ardından baktı bir süre, sonra Rüzgar’a, “Bazen keşke sen değil de Melisa susmayı seçseydi diyorum,” dedi. Rüzgâr tebessüm etti. Uzanıp dokundu annesi oğlunun yanağına, “Seni kırdığım için özür dilerim geçen sabah, sadece boş umutlara kapılıp daha da fazla kendine eziyet etmeni istemiyorum, anlıyorsun değil mi?!” Rüzgâr tabağını alıp kalktı masadan ve annesinin sol yanağına bir öpücük kondurdu. Yüzü aydınlandı annesinin yeniden. Bu defa usulca kapadı kapısını Rüzgâr ve yatağa uzanıp olanları ve ertesi günü çıkacağı yolculuğu düşünürken uykuya daldı.

 

Gün ağarmadan herkes uyurken giyindi, babasının çalışma odasındaki dolabı yavaşça açtı, en altta, tüm ailenin kendine ait bir kamp çantası olurdu, babasının bir, kendisinin ki de yedi senedir kayıptı. Annesinin ya da ablasınınkini almak için yığılı birkaç parça eşyanın içini karıştırırken ucu görünen kırmızı lastiği fark etti. Derinlerde gömülü kalmış mavi çantayı çekip çıkardı, üzerindeki kırmızı lastik bağlamaları açtı, içindekileri kontrol etti. Her şey yerli yerindeydi, en son yedi yıl önce o tepede bıraktığı ne varsa şimdi burada derli toplu bir arada duruyordu. Babası toplamış olmalıydı, öyle düşündü Rüzgâr, ama ne zaman? O gün helikopterde elini tuttuğunu hatırlıyordu hayal meyal, sonradan dönmüş olmalıydı, onca yolu sadece malzemeleri toplamak için gitmiş olabilir miydi? Bir gün yeniden kampa gideceklerini düşünmüştü mutlaka bunları yerleştirirken. İçinden huzursuzca bir titreme geçti, sağ dizine bıçak gibi saplandı yine o sızı. Oturup kaldı zemine. Bisikletini almamaya karar verdi bu yüzden. Sırtını yasladı tekli koltuğa, odayı izledi bir süre. O günden öncesine kadar her hafta sonlarının vazgeçilmezi olmuş kamp maceralarından fotoğraflar asılıydı bir duvarda. Kronolojik olarak sıralanmıştı hepsi, ilkinde ailecek beraberlerdi. Bir yaz günü, ablası 8, kendisi 6 yaşında. Diğeri bir yıl sonra, karlar içinde, babasının bir kayanın üzerine koyduğu otomatik makinenin karşısına sıralanıp çekildikleri, Rüzgar’ın son anda ablasını ittiği için kareye ağzı açık havada komik bir pozda yakalandığı aile fotoğrafıydı. Sonrakilerde hep babasıyla baş başalardı. Ateş başında, alabalık avında, kuşları izlerken, ölmüş bir sincabı ellerinde tutup dişlerine yaklaştırdığı, neredeyse 32’siyle birden yiyormuş gibi sırıttığı ve bunun gibi onlarcası… 2012 de son fotoğraf vardı, o hafta sonundan kalan, buz tutmuş şelalenin yanında, birkaç buz kristali kırmaya çalışırken yaptığı komik suratı ve kocaman çıkardığı dilini yakalamıştı fotoğraf karesinde babası. Sonrasında, ameliyatın, ağrıların, kabusların, terapilerin, doktorların arasında bir zamanda, babası çerçeveleyip asarken bu fotoğrafı, annesiyle ilk defa o kadar gürültüyle kavga ettiklerini duymuştu. Yerlere fırlatılan çerçevelerin, kırılan camların sesini hatırlıyordu. Zemine çarptığında kemiklerinin içinde kırılırken çıkardığı sesleri hatırlatmıştı ona, nasıl unutabilirdi ki o günü. Çantayı alıp çıkarken bir kez daha baktı içeri ve yavaşça kapıyı kapattı. Mutfakta mataralarını doldurdu, birkaç sandviç yaptı, meyve aldı yanına. Evden çıkmadan, duraksadı, koridora baktı kısacık bir an, sessizliğe, karanlığa…  Yavaşça kapandı kapı ardından.

 

Ketenli Yaylasına vardığında saat sekizi biraz geçiyordu. Patika son geldiğinden beri biraz daha daralmış, etrafındaki bitkiler boylanmıştı. İki saate yakın aralıksız yürüdü, yamaç dikleşip orman sıklaşmaya başladı. Güneş sıklaşan dalların arasından, rüzgârın tatlı esintisiyle önüne dans eden gölgeler düşürüyordu. Kuşların, böceklerin, esintiyle hışırdayan dalların ve her adımında spor ayakkabılarının ezdiği yapraklardan çıkan sesler içine unuttuğu bir huzuru getirdi. Az sonra kayalıklar sarplaştı ve ormanlık alanın yerini makilik aldı. Şelalenin sesini duyabiliyordu artık. Dizinin ağrısı da iyiden iyiye artmıştı. Sırt çantası yola çıktığından beri birkaç kilo daha ağırlaşmış gibi geliyordu Rüzgar’a, terlemiş, güneşten onu koruyan ağaçların artık geride kalmasıyla kotu bacaklarına yapışmış, her adımını kastırarak daha da güçleştirmişti. Kayaların kaygan yüzeylerinde ayakkabıları da sorun çıkarıyordu. Eskisi gibi hazırlıklı değildi bu şartlara. Ameliyat sırasında kesilip atılmıştı kıyafetleri, zaten sağlam bile kalsalar yedi sene içinde 1,80’e yaklaşan boyuna, 44 numara ayaklarına uyacak halleri de yoktu. O günden sonra yenilerine de hiç ihtiyaç duymamıştı. Kamp yapmak şöyle dursun, en büyük tutkusu snowboardu bile bırakmıştı. Babasının tüm ısrarlarına rağmen ormanlık bir yere pikniğe bile gitmek istememişti. Her adımında yükseliyordu şimdi babasının sesi kulaklarında; “Oğlum, söz veriyorum sana, hiçbir şey yapmana gerek yok, gel tesise gidelim, oturursun güneşin altında, sıcak çikolatanı içersin, board yapanları izlersin. Kapatma kendini daha fazla. Ne kadar iyi gelecek bak göreceksin, güven bana!” Nasıl güvenebilirdi ki yeniden babasına… Böyle sözlere maruz kaldığı her defasında, başını çevirir başka şeylerle ilgilenirdi Rüzgâr ya da odasına kapatırdı kendini. Fizik tedavilerle geçen bir sene okula da gidememişti. Arkadaşları ilk zamanlar onu defalarca ziyarete gelmiş, hiçbiriyle görüşmek istememişti. Onlar da bir süre sonra vazgeçmişlerdi aramaktan. Yeniden okula döndüğünde daha da zorlaşmıştı her şey. Artık konuşmuyordu ve hiç arkadaşı kalmamıştı. Şartlarını değerlendiren okul müdürü, babasının ısrarıyla sadece derslerde bulunup ödev ve sınavlarını vermesinin yeterli olacağına ikna olmuştu. Konuşmaması mesele edilmeyecekti. Edilmedi de. Rüzgâr da bu durumu daha da zorlamadı. Her yılı sınıf birinciliğiyle geçmeyi sürdürdü, eskiden olduğu gibi, sadece artık sınıfta bir hayalet gibiydi. Okul bahçesinin tozunu dumanına kattığı, eğlenceli, her spor aktivitesine katılıp başarılı olduğu, arkadaşlarının etrafında pervaneler gibi döndüğü günler geride kalmıştı. Şelaleye vardığında güneş tam tepedeydi artık. Boşalan matarasını akan buz gibi suda doldurdu. Kuru ve gölge bir yer bulup oturdu. Çantasından deri eldiveni ve cam bilyeyi çıkardı. Eldiveni yavaşça geçirdi eline. Şelalenin buz gibi sularıyla etrafa yayılan serinlik rahatlatmıştı biraz da olsa Rüzgar’ı. Gözünü ayırmadan bilyeyi izledi. Az sonra görüntüler akmaya başladı. Farkında olmadan tuttuğu nefesini bıraktı Rüzgâr. Neyse ki atmaca onu yarı yolda bırakmamıştı. Şelalenin tepesindeydi Holofia, bambaşka bir zamanda, daha sık ağaçların olduğu, hala karların yer yer görüldüğü, daha soğuk bir Temmuz’daydı belli ki… Daha da yukarı çıkması gerekiyordu Rüzgar’ın. Eldiveni ve bilyeyi yeniden çantasına koyup güvenlik halatlarını çıkardı. Şelalenin batı kısmındaki nispeten daha az eğimli yerden tırmanmaya karar verdi. Düğümleri attı, çantasını sırtına taktı. Yukarı baktı kaldı bir süre. Şimdi yeniden başa dönüyor gibiydi. Bunca yıl kaçtığı ne varsa yüzleşmeye mecbur ediliyordu sanki. Ya babasını olduğu yerde bırakacaktı ya da her şeye rağmen yola devam edecekti.

 

Güçlükle neredeyse bir saatte tırmanabildi yukarı. Çantasını çıkarıp şelalenin üzerindeki büyük kayalık düzlüğün üzerinde uzandı. Kayaların bedenine batan sertliği, saatlerdir güneşten emdikleri ısıyı şimdi temas ettiği her yerinden Rüzgâr’ın sırtına aktarıyordu. Gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Çok yükseklerde daireler çizen iki yırtıcı kuş muhtemel bir av için birbirleriyle takışıyorlardı. Çantasından eldiveni çıkarıp sol eline geçirdi. Cebinden bilyeyi çıkardı. Sol kolunun üzerine yatıp gövdesinin gölgesinde yeniden görüntülerin akmaya başladığı cam yüzeyi izledi. Kayalık ve karlı tepeciklerden yukarı aşağı uzun bir uçuşun ardından yeniden tek tük ağaçlar göründü, derken sıklaşan ormanın üzerinden uçtu atmaca. Başka bir şelalenin üzerinde turladı, turladı ve bir kestane ağacını dalına kondu. Rüzgâr şelaleyi tanımıştı Alaçam’dı. Babasıyla orada da kamp yapmışlardı defalarca ama aklı karışmıştı. Neden başta bu kadar ters bir yere, Aras şelalesine getirmişti atmaca onu. İznik’ten Alaçam köyüne ulaşması çok kolaydı, şimdiye çoktan Alaçam Şelalesine varmış olabilirdi. Bilyeyi cebine atıp eldivenin içinden terlemiş elini çekip çıkardı hışımla. Canı sıkılmıştı. Çantasına koydu her şeyi, biraz su içti, etrafına baktı, aşağıda Ketenli Yaylası, biraz ötesinde de Soğuk pınar görünüyordu. Az ötede babasıyla en son kamp yaptığı yamacı gördü, helikopterin indiği düzlüğü, kayaların arasındaki yarık da oradaydı, kelimelerini düşürdüğü, onlarla birlikte korkular yüklendiği, hala ayrıntılarını tam olarak hatırlayamasa da hayatının değiştiği, babasıyla aralarına giren o derin yarık orada bir yerlerdeydi. Ardına dönüp önünde uzanan engebeli ovalara, tepelere baktı. Dönebilirdi, gün batmadan evinde olabilirdi. Telefonunu çıkardı, annesi akşam yemeğinde taze fasulye ve bulgur pilavı yaptığını, en sevdiğinden cacık da yapacağını, geç kalmamasını tembihliyordu. Cevap yazmadı, artık akşama kadar evde olamayacağını anlamıştı. Telefonundan haritayı açtı ve kendine olabilecek en kısa yolu belirledi, daha önce bu güzergahta göllerin ötesine geçmemişti. Kuzey doğu yönünde neredeyse 12 km.lik bir yol olduğunu hesapladı ama ne araziyi ne de eğimlerini bilemiyordu. Vakit öğleni geçmişti, karnı acıkmaya başlamıştı. Geceyi yol üzerinde bir yerde kamp yaparak geçirme ihtimalini düşündü, canı daha da sıkıldı. Çantasından bir sandviç çıkarıp ısırdı ve yola koyuldu. 

 

Birkaç kısa mola dışında, dizinin onu taşıdığı ve ağrısına dayanabildiği son noktaya kadar yürüdü. Akşamüzeri, güneşin iyice yattığı sırada, gözüne kestirdiği bir düzlükte kamp yapma kararı verdi. Tahmininden çok daha az yol alabilmişti, arazi kayalık, engebeli ve sık çalılıktı. Sonrasında ormana girmesiyle daha da zorlaşmıştı, bir patika yoktu, her yer dikenli çalılarla kaplıydı. Ayakkabısından ve kotundan geçen dikenler çizip kanatmıştı birçok yerinden bacaklarını. Telefonu artık çekmiyordu. Çadırını kurarken geceyi nasıl da zor geçireceğini düşündü annesinin. Bir sandviç daha yedi, su içti. Hava kararmaya başlamış, güneşin gidişiyle ıslak bir soğuk yayılmıştı geceye. Çantasından polarını çıkarıp giydi, çadırının içinde ışığını yakıp, babasının ajandasını açtı.

“30 Temmuz 2018”

Mr. Mcmillan, 10:00

“26 Ağustos 2018”

Rüzgar’ımın Doğum günü.

Kapattı defteri, uyku tulumunun içine uzandı. Telefonunun saatini 06:00’a kurdu ve yorgunluktan dakikalar içinde derin bir uykuya daldı.

 

Meral Hanım, deliye dönmüştü. Saat 21:00’dı ve Rüzgâr hala eve gelmemişti. Ulaşılamayan telefonuna onlarca mesaj bırakmıştı şimdiden. Oğlu gönderdiği mesajı okumuştu da neden bir şey yazmamıştı, neredeydi hala? Müzeyi de defalarca aramıştı ama açan olmamıştı. Çoktan kapanmıştı. Eski arkadaşlarının birkaçını aradı umutsuzca, kimse görmemişti Rüzgar’ı, kimsenin haberi yoktu. Hop oturup hop kalkıyordu salonda. Melisa elinde bir kağıt parçasıyla içeri girdiğinde, birkaç ay önce bırakmış olmasına rağmen bir sigara yakmış pencereden sokağı izliyordu Meral Hanım. “Anne, bak bunu buldum Rüzgârın yatağının içinde. Gitmiş anne!” Meral hanım, Rüzgar’ın yanından ayırmadığı defterden yırtılmış, mavi çizgili sayfayı korkuyla aldı kızının elinden.

“Seni meraklandırdığım için özür dilerim anne ama bunu yapmak zorundayım. Babamın yerini bulabileceğimden eminim, yalnız değilim, bana yol gösteren biri var, lütfen sakin ol ve benden haber bekle. Olurda bir aksilik olursa, 48 saate benden haber alamazsanız, Ketenli yaylasından Aras şelalesine çıkmış olacağım, biliyorum, garip bir tesadüf belki de ama bunu yapmazsam hayatımın sonuna kadar pişman olacağım. Seni seviyorum, Rüzgâr.”

 

Annesi kâğıdı katlayıp koltuğa yığıldı. Sigarası küllükte kendi kendine tütüyordu. Melisa kısık bir sesle sordu, “Ne yapacağız anne?”

Meral hanım telefonunu bir hışım alıp jandarma baş komutanı Salih Eratlı’nın numarasını aradı. Birkaç çalışla açıldı,

“Merhaba Meral Hanım, nasılsınız? İyi değilim Salih Bey, kusura bakmayın gece gece rahatsız ediyorum ama oğlum Rüzgâr…”

Meral hanım olanları anlattı komutana, Haldun Toprak’ı ve ailesini yakından tanıyan Salih komutan bir jandarma ekibini şelaleye kadar gönderebileceğini ama ötesine ancak sabah ilk ışıkta gidilebileceğini söyledi. Endişe etmemesini, Rüzgâr’ın ne kadar tecrübeli ve becerikli bir çocuk olduğunu, kendi oğlunu annesine anlatma çabasına girdi çaresizce. Telefonu kapattığında biliyordu Meral Hanım, artık beklemekten başka çaresi yoktu. Yine o hain bekleyiş, geçmeyen saatler, yüzlerce felaket senaryosuyla ruhunu sarmaya başlamıştı bile çoktan.  Melisa annesinin yanına oturup sarıldı, “Korkma anne.” Dedi. “Ona bir şey olmaz! Rüzgâr bu…”

 

Gece yarısı bir vakit dışarıdan gelen bir çıtırtıyla uyandı Rüzgâr. Bir süre kulak kesildi, çadırın çok yakınında yürüyen bir şey vardı. Domuz ya da tilki olabileceğini düşündü, biraz bekledi. Ses uzaklaşıp kayboldu bir süre sonra ama uykusu kaçmıştı çoktan, tuvaleti de gelmişti. Fenerini alıp açmadan çıktı usulca çadırından. Yıldızlar ve ay öylesine parlaktı ki, içinde bulunduğu vadiyi olduğu gibi görebiliyordu. Etrafta hareket eden hiçbir şey yoktu. Az ötedeki ağacın dibine gidip işini görürken uzakta bir pırıltı fark etti. Ağaçlardan uzakta, açıklıkta bir ateşti bu yanan. Birileri kamp yapıyor olmalı diye düşündü. Yine de huzursuz olmuştu. O tarafa doğru yürüdü, sanki yürüdükçe daha da uzaklaşıyordu ışık. Ardına dönüp çadırının o taraf baktı, artık seçemiyordu. Pişman olmuştu. Yine de devam etti yürümeye, gün ışığında geçtiği vadiye vardığında ateşin öteki tepede olduğunu gördü. Taşlar yuvarlak ve kaygan yüzeyleriyle ayaklarının altında ay ışığında pırıldıyordu. Ormanın derinlerinden gelen baykuş sesiyle irkildi. Bedeni ısısını yitirmeye başlamış, tedirginlikle gerilen kasları onu katılaştırmıştı. Geri dönmek için bir adım attı ve o an ayağının yanındaki siyah botu fark etti. Başını korkuyla yavaşça kaldırdığında uzun iri cüssesiyle, siyah uzun kapüşonlu yağmurluğun içinde, her yanından sular damlayan bir adamla karşılaştı. Adamın sakallı, kirli yüzü ay ışığında belirginleştiğinde Rüzgâr korkuyla irkildi, dengesini kaybetti, adamın onu tutmak isteyen eline uzandı on yaşındaki küçük eli, yakalayamadı. Yuvarlanmaya başladı vadiden aşağı, elleriyle tutunacak bir şey aradı ve o an parmaklarında karın soğuğunu, ıslaklığını hissetti. Çarptığı yerlerinden çatırdayan kemiklerinin sesi yankılanıyordu bedeninde, ciğerlerini acıtan nefesin basınçla dudaklarından çıkmasıyla duydu yeniden kendi sesini, “Babaaaa!!!”

 

Yarığın dibinde yatarken hala kendindeydi. Az sonra yukarıda onu tutmaya çalışan adam yanında belirdi. Dizlerinin üzerine çöktü. Elini Rüzgar’ın başına koydu, kapüşonunu indirdi. Gülümsüyordu. Donup kalmıştı Rüzgâr, korkuyla adamı izliyordu. Dizinden dışarı fırlamış kemik atar damarını yırtmıştı. Yine de acı hissetmiyordu. Belinden çıkardığı kemeri baldırına dolayıp sıktı adam. Yeniden başını okşadı Rüzgâr’ın, kendinden geçmeden önce görebildiği son andı bu.

 

Rüzgâr çadırında ter içinde uyandığında gece yarısıydı. Gözlerinden akan yaşlara mâni olamıyordu. O gece de tuvalete gitmek için uyanmıştı. Babasını uyandırmadan çıkıp işini gördükten sonra gerçekten de ötede başka bir kamp grubunun ışığını görmüştü, hatırlıyordu. O tarafa doğru giderken karların örttüğü yarığa düşmüştü, babası sesini duymamıştı, ama o geceyi anlatırken bir elin onu dürterek uyandırdığına yemin etmişti. Rüzgar’ı bulduğunda bacağındaki kemerin sırrını da hiç çözememişlerdi. Rüzgâr hiçbir şey hatırlamıyordu. Haldun Toprak yıllarca orada onlara yardım eden her kimse izini sürmeye çalışmıştı ama tüm çabaları sonuçsuz kalmıştı. Rüzgâr nefes alamadığını hissetti, çadırından çıkıp içine çekti serin ince havayı. Babasını suçlamıştı yıllarca, onu o tepeye çıkardığı için, sürekli kamplara götürdüğü için, halbuki şimdi yıldızların altında, yıllardır hissetmediği o duygu sarmıştı her yanını, az önce gördüklerine rağmen hatırlıyordu. Evindeydi, en sevdiği yerde doğada, yarasaların, baykuşların seslerini seçebiliyordu. Her hafta sonu istisnasız kampa gitmek için tutturduğu zamanları, babasının işi olduğunda kopardığı isyanları, yola çıkacakları anları iple çektiği günleri, hepsini hatırlıyordu. Bir kazaydı tüm olanlar, kimsenin suçu yoktu.

 

Çadıra dönüp uyku tulumunu dışarı çıkardı Rüzgâr. Hemen yanına taşlarla etrafını çevirip bir ateş yaktı ve sönene dek yıldızları izledi açık arazide. Sabah da erkenden toparlanıp yeniden yola koyuldu. Bu sırada jandarma erleri bir gece önce en ufak bir iz bile bulamadıkları Aras şelalesinin üstünde, küçük zirvede aramayı yeniden başlatmışlardı. Meral Hanım sabahı sabah etmiş, telefonu elinde, gözü pencerede bekliyordu. Melisa koltukta, annesinin üzerine örttüğü pikenin altında huzursuz bir uykudaydı. Rüzgâr ise yürüyordu, bedeni güçlenmiş, bir gece de yeniden eski ritmini bulmuştu adeta. Birkaç saat sonra Alaçam Şelalesine vardı. Telefonundan arka arkaya gelen seslerle irkildi. Onlarca sesli, yazılı mesaj arka arkaya geliyordu. Rüzgâr annesine konumunu attı, iyi olduğunu, jandarmayı ve arama kurtarma ekiplerini göndermesini istedi. Telefon deli gibi çalıyordu, annesiydi. Kapatıp cebine koydu.

Yeniden çıkardığı cam bilye avucunda, eldiveni eline geçirdi. Görüntüler yeniden akmaya başladığında bilyenin üzerinde, atmaca şelalenin döküldüğü kanyon boyunca uçuyordu. Rüzgâr da onu peşi sıra izledi. Karların erimesiyle yükselmişti Deliçay. Derenin yanından kanyona indi, çam ve kestane ağaçlarının arasından yürüdü. Çatallara ayrılarak incelen derenin kollarından birini izliyordu atmacanın izinden. Az sonra takip ettiği kolun gitgide incelip suyun incecik bir kaynakta yok olduğu noktaya geldi. Taşların arasında kayboluyordu su. Bilyeye baktı, atmaca yatağın solundan ağaçların içine daldı, onun bembeyaz karla örtülü uçtuğu rotayı temmuz sıcağında ayırt etmeye çalışarak dikkatle izledi Rüzgâr. Az ötede siyah granit taşın dibine kondu atmaca, karların içine sokup gagasıyla toprağı eşeledi. Olduğu yerde durdu Rüzgâr da, eldivenli eliyle yaprakları otları eşeledi. Rengi matlaşmış taş çok geçmeden çıktı yaprakların altından. Taşın hemen altında, eline bir kumaş parçası değdi, çekiştirip aldı Rüzgâr, babasının çadırından kopmuş parçayı tanıdı. Kalp atışları hızlandı, dizleri hafifledi, çantasını çıkarıp attı sırtından. İlk defa o an babasını ne halde bulacağını düşündü. Midesi bulanmaya başlamıştı. Artık çok yaklaşmıştı, biliyordu. Nasıl da özlemişti babasını. O günden beri içinde durmadan büyüttüğü öfke yüzünden, doyasıya sarılamamıştı bile bir daha ona. Bütün girişimlerini, çabalarını görmezden gelmişti. Kimsenin suçu olmadığı bir kaza yüzünden herkesi cezalandırmıştı Rüzgâr. Onlarla gelmediği için annesini, kendisi acılar içinde yatarken hayatına devam eden ablasını, adeta donmuş gibi ağzının içinde yatan, işlevini yitirmiş dili, boğazında büyüyen kaya yüzünden onu terk eden, anlamayan arkadaşlarını… En çok da babasını. Her zorluğun üstesinden gelecek güçte, kurşun geçirmez, o yanındayken kendini süper kahraman gibi yenilmez hissettiği babasını. 10 yaşında gerçekleştirdiği infazın kahramanları şimdi bir bir geçiyordu zihninden. Onların her geçişinde çözülüyordu içindeki düğümler, gözyaşları sicim gibi akıyordu yanaklarından. Az önce rahatını bozduğu taşın altından çıkan küçük böcekler, solucanlar, kendilerine yeni bir yuva bulmak için telaşla hareket halindelerdi. Onları izledi Rüzgâr bir süre. Derin derin içine çekti toprağın kokusunu. Yanaklarını sildi, cam bilyeye baktı. Atmaca az ilerdeki kayaların karlı zamanında konup kalmış, onu bekliyordu. Çantasını omzuna atıp doğruldu yerinden. Ağaçların bittiği yerde, kocaman bir duvar gibi yükselen yosunlarla kaplı kayalık yolun sonuydu. Atmaca yeniden havalandı, kayaların dibinde bir açıklıktan, karların arasından girip gözden kayboldu. Rüzgâr eldivenli eliyle dikenli çalıları araladı. İki büklüm ancak girebileceği bir mağaranın ağzındaydı artık. Çantasını bıraktı, eldiveni beline, pantolonunun içine sıkıştırdı ve bilyeyi de cebine attı. Su matarasını ve tırmanma ipinin makarasını belindeki karabinaya taktı. İpin diğer ucunun en yakındaki ağaca sıkıca bağladı, fenerini açtı ve dizlerinin üzerinde, hafif bir eğimle yukarı ivmelenen mağaraya girdi. Tırmandıkça içerideki ısı hızla düşmeye başlamıştı. Bir buzluğun içinde emekler gibiydi Rüzgâr. Elleri ve dizleri acıyordu. Az sonra tünelin ucunda bir ışık belirdi. Fenerini kapadı ve hızlandı. Küçük nokta gitgide büyüdüğünde sırtını kayalara yaslayıp kaldı. Gözlerine inanamıyordu, devasa büyüklükte bir yeraltı kanyonuna çıkmıştı. Mağaranın tavanından uzayan buz sarkıtları, kayalardan sızan suyla beslenen, üzeri ince bir buz tabakasıyla kaplı gölet ve tepede sarkıtların arasından incecik bir yarıktan sızan gün ışığıyla parıldayan buz kristalleri. Temmuz ayının ortasında bile buradaki habitat bozulmamıştı. Etrafı merakla taradı, tam karşısında, mağaranın öteki ucunda, suyun uzağında bir köşedeki karaltıları seçti gözü. Dikkatlice aşağı indi, ipinin makarasını çıkarıp taşların dibine bıraktı, göletin etrafındaki incecik patikadan yürüdü ve mağaranın en derin ve karanlık köşesine ulaştı. Dizleri titriyordu, dayanamayıp olduğu yere çöktü. Taşlarla etrafı çevrili gri tozun iki yanında iki beden, öylece yatıyorlardı. İkisi de soğuktan ince bir buz tabakasıyla kaplıydılar. Hiç bozulmamıştı bedenleri, kıyafetleri, saçları, sakalları…. Biri Haldun Toprak’tı öteki de Rüzgâr’ın düştüğü yerde ona yardım eden yabancı, Mr. Mcmillan.

Rüzgâr babasını kucağına çekip, başını, buzlu saçlarını sevdi. Gözlükleri hala gözündeydi, sanki ısınıp çözülüverse canlanacak gibi hissetti Rüzgâr. Başını babasının başına dayadı ağladı, ağladı. Akan yaşlar babasının buz tutmuş parlayan yanaklarından kayıp düştü. Bedenine yayılan ve git gide yükselen basınca dayanamadı Rüzgâr, eğildiği yerden doğruldu, elleri birer pençe gibi babasının polarına tutunmuştu. Başını kaldırıp tüm gücüyle bağırdı. Bir aslanın kükreyişi gibi vahşi, bir çocuğun çığlığı gibi acıydı çıkan ses. Kanyonun taş duvarlarına çarptıkça daha da büyüdü. Birkaç yarasa havalandı yerinden, onların hareketiyle birkaç buz sarkıtı kırılıp düştü taşların üzerine. Az sonra hiçbir şey olmamış gibi, kayalardan sızan, sarkıtlardan damlayan su sesinden başka bir iz kalmamıştı çığlığından geriye.

 

Birkaç gün sonra Jandarma başkomutanı Salih Ertan, Rüzgar’a, babasının üzerinde buldukları bir kartpostalı getirdi. Islanıp kurumuş, yıpranmış kartın ön yüzünde, bir zamanlar Nilüfer hatun anısına oğlunun yaptırdığı imaretin, bugün ki İznik Müzesinin bir gravürü vardı. Rüzgâr, annesi Meral Hanım ve ablası Melisa salonun orta yerinde kalakalmışlardı. Rüzgâr kartı çevirdi ve yüksek sesle okudu;

 

 

“Yaşam sonsuz bir döngüde akmaya güdümlüdür Rüzgâr. Doğada hiçbir şey durmaz. Her şey sürekli bir hareket halindedir, bazen yavaşlar, bazen hızlanır ama asla durmaz. Biz de öyle, bazen her şey durmuş gibi gelse, canımız acısa bile aslında farkına varamadığımız bir hızda sarılıyordur yaralarımız. Sakın korkma, bana değil, yaşamın bu mucizevi döngüsüne güven sadece oğlum. İyi ki doğdun, iyi ki oğlum oldun, seni çok seven baban Haldun Toprak”

 

 

 

20 Ağustos 2019

Prof. Haldun Toprak’ın 30 Temmuz 2018 günü Uludağ Keten Yaylası mevkiinde kayboluşunun ardından tam da bir yıl sonra aynı gün, oğlu Rüzgâr Toprak (17) tarafından bulunduğundan bugüne 20 gün geçti. Her gün gelen bilgiler gizemli gerçekleri de peşi sıra ortaya çıkarmaya devam ediyor. Yapılan otopsi sonrasında, Haldun Toprak’ın bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirdiği anlaşılıyor. Araştırma gezisinde kendisine eşlik ettiği düşünülen İngiliz bilim adamının da sırrı, Türk emniyet güçlerinin ve İngiliz yetkililerinin büyük bir gizlilikle yürüttükleri araştırmalarına rağmen basına sızdı. Mr. Mcmillan olarak kayıtlara geçen gizemli yabancı 30 Temmuz 1889 yılında İngiliz Daily Chronicle gazetesinin haberine göre, dönemin ünlü yayınevinin sahibi Mcmillan’ın oğullarından biri. İstanbul İngiliz konsolosluğu sekreteri ve bir grup arkadaşlarıyla çıktıkları Bursa gezilerinin Uludağ ayağında, dağın ikinci düzlüğü olarak bilinen bölgede, herkesin gözü önünde esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolmuş. Hiçbir masraftan kaçınmayan ailesi tarafından finanse edilen uzun aramalar sonrasında bulunamamış. Kayboluşundan 130 yıl sonra bulunan cesedin olağanüstü şekilde bozulmamış olması, bulunduğu kanyonun atmosferik şartlarıyla açıklansa da, hala bir çok soru kafalarda yerini koruyor; Bu isim, Prof. Haldun Toprak’ın ajandasında randevu olarak nasıl yerini aldı? Hatta 7 yıl önce Prof. Haldun Toprak ve oğlunun göller bölgesinde geçirdikleri trajik kazada da Rüzgâr Toprak’ın hayatını kurtardığı yönünde resmi olmayan iddialar var. 130 yıl önce Uludağ’da kaybolan bu gizemli yabancının sırrı yakın bir zamanda çözülemeyecek gibi görünüyor. Bir zamanlar Homeros’un Tarih’inde Olympos, Bizans döneminden sonra da manastırlarla dolu olduğu için Keşiş dağı olarak bilinen, şimdilerin Uludağ’ının mistik güçleri, önümüzdeki yüzyıllarda da bir çok keşfe gebe görünüyor.

 

 

 

 

 

 

26 views0 comments

Recent Posts

See All

Comments


bottom of page