top of page

Benim Sinemalarım

  • Writer: gülce  gürses
    gülce gürses
  • Oct 20
  • 3 min read
ree

Sinema, kendimi bildim bileli en tutkuyla bağlı olduğum ilgi alanım oldu; şimdi geriye dönüp baktığımda bunu daha net görüyorum. Bu sevdayı içimde ilk filizlendiren ise babamdı. 1960'lı yıllarda, dedem maceraya atılıp bir açık hava sineması işletmeye kalkıştığı o birkaç yıl, babamın da kalbine sinema ateşi düşmüş, hatta ona makinistlik sertifikası bile aldırmış. Yıllar içinde hayat onu başka ülkelere, bambaşka işlere sürüklese de, bir izleyici olarak sinema tutkusunu hiç kaybetmeden bu günlere kadar taşımış.


Hafızamda hep babamın elini tutmuş, küçük bir kız olarak Alsancak'taki İzmir Sineması'na, Konak'taki Çınar Sineması'na veya Karaca Sinemaları'na gittiğimiz anlar canlanıyor. Kocaman kadife perdeleri, bazen ürkütücü bir eğimle yerleştirilmiş o kadife kaplı, gıcırtılı koltuklarıyla sarayı andıran devasa salonları ve kokusunu hâlâ hatırlıyorum. Belki de yaş aldıkça nostaljiye daha çok düşüyorum, ama o salonların bir ruhu vardı. Büyüklüğüne ve boşluğuna inat, içinde bambaşka dünyalar vaat eden, sıcacık kumaşlarla seni sarıp sarmalayan bir ruhtu bu. Fuayeden yayılan çıtır çıtır mısır kokusu, çift kanatlı büyük kapıları aralandıkça salona dolar, tok bile olsan o tuzlu ve yağlı koku iştahını kabartırdı. Şimdiki gibi yarım saatlik ıvır zıvır reklamlar da oynatılmazdı o zamanlar. Onların yerine, önümüzdeki haftalarda vizyona girecek filmlerin fragmanları dönerdi. O fragmanları kaçırmamak için herkes zamanından önce yerine oturur, bir sonraki Cuma hangi filme geleceğimiz o andan itibaren belli olurdu. Çocuk harçlığımla aynı filme defalarca gidebilecek kadar da bereketliydi cebimdeki para. Hiç unutmam, rekorum "Legends of the Fall" filmiyle dokuzdu.


Uzun yıllar önce, teknoloji ve modernizmin kurbanı olup, anlamsız restorasyonlarla aramızdan ayrıldı o güzelim salonlar. En son Karaca Sineması ayaktaydı; hâlâ yerinde mi, emin de değilim. Derken, alışveriş merkezlerinin kutu kutu, birbirinin aynı salonları girdi hayatımıza. O devasa, epik salonların yerini, şehrin uzak bir köşesine kurulmuş, ulaşmak için tüm gününü trafikte harcayacağın, ayda yılda bir katlanabildiğin mekânlar aldı. En azından benim hayatımda böyle oldu. O "cep sinemalarını" hiç sevemedim. Zaten sonrasında, o salonlarla birlikte filmlerin ruhu da değişti. Digitürk'ler, Netflix'ler derken, bir de Covid eklendi ve o epik filmlerin sonu da epik ve trajik bir hal aldı...


Nereden geldim ben buralara?..


Şimdilerde ikametim, güneşin neredeyse tam turunu tamamlamak üzere olduğu Barcelona'da. Çocukluğumun o eski sinema salonlarına ev sahipliği yapmış İzmir'den neredeyse 3500 km uzakta, bambaşka bir ülkede, dün Emre'yle ilk kez sinemaya gittik. Yakın zamanda kaybettiğimiz Robert Redford anısına, "Out of Africa"yı bilmem kaçıncı defa, ama ilk kez bir sinema salonunda, hem de Barcelona'da izlemeye. Evimizden çıkıp yürüyerek on dakikada ulaştığımız yetmezmiş gibi, tıpkı Alsancak'taki İzmir Sineması'na girer gibi, bir alışveriş merkezine mecbur kalmadan girdik içeri. Teknoloji, biletlerimizi telefonumuza indirmişti evet; salonu kuşatan o muhteşem perde ve ses sistemi de harikaydı. Ama asıl büyü, 1962'de "West Side Story" ile kapılarını açan bu muazzam salonun orjinal haliyle, beni çocukluğumun unutulmaz filmlerini izlediğim o eski salonlara ışınlamasıydı. Reklamsız, katlanamayan, kadife koltuklarda izledik filmimizi. Üç saat boyunca, aralıksız, her yaştan insanla dolu salonda, çoğu zaman gözlerim dolu dolu, içimde büyüyen bir mutluluk ve hüzünle izledim "Out of Africa"yı. Çocukluğumun o nefis Cumartesi öğleden sonralarına yapılmış bir zaman yolculuğu gibiydi bu üç saat. Finalde kopan alkışla birlikte artık gözyaşlarıma hakim olamadım... Biz de alkışlardık bir zamanlar filmler bitince... Tıpkı muhteşem bir konserin ardından orada olan sanatçıyı alkışladığımız gibi. Jenerik akarken kimileri çıktı, ama çoğu kaldı yerinde. Emeği geçen herkesin ismini, John Barry'nin o muhteşem müziği eşliğinde, dakikalarca izledik oturduğumuz yerde.


Çocukluğumun, benim sinemalarımın aklımda kalan anıları, otuz yıl sonra, bambaşka bir enlem ve boylamda, kendimi yeniden evimde hissetmemi sağladı. Bu, tarifsiz bir sürpriz ve keyifti.

Köklenme duygusunu ve kendi köklerimi sorguladığım şu günlerde, bunun gibi pek çok an yaşıyorum. Kuşkusuz hepsi zihnimi bazı sonuçlara taşıyor, ama çoğunlukla kendimi, o anın tadını çıkarırken buluyorum. Yüzümde kocaman bir tebessüm, bazen gözlerim dolu , dünü ve yarını olmayan bir yerde, öylece, anın içinde var olmanın huzurunda... Yakında "Annie Hall" da geliyormuş. Daha ne isterim ki...


Comments


bottom of page