Filmi izlediğimde henüz Ukrayna’daki savaşın fitili ateşlenmemişti. Uzun zamandır film izleyemememin sonrasında ansızın içime düşen isteği, 2022 Oscar adaylarını elden geçirerek değerlendirmeye karar vermiştim.
The power of the Dog, listede şimdiye kadar izlediklerim arasında en çok keyif aldığım filmdi diyemem, ama açık ara beni en çok dürten, rahatsız eden ve sonuç olarak da en çok etkileyen filmdi dersem yanlış olmaz. Tam yazmaya niyetlendiğim günlerde ise Putin beklenen çıkışını yaptı ve savaşı başlattı.
Kadın cinayetleri, çocuk istismarları, toplu ölümlere yol açan afetler, pandemi derken bir de savaş ve içimi kaplayan o derin karanlık...
Hayattan tat almamak, alamamak hali üzerime bir sera naylonu gibi örtüldü. Ansızın kendi nefesimle buğulanan küçük dünyamda göz gözü görmez oldu. Ne filmler, ne keyif aldıklarım ne de ürettiklerim… Hepsi bir naylonun altında sıkışıp kaldı.
İnsanlar yine ölüyor, yine Dünya üzerindeki tüm canlılar adeta reenkarne olmuş tiranların meydan savaşına, açgözlülüklerine, ikiyüzlü, kokuşmuş kıtasal grupların ve birliklerin hükmünü ve niteliğini yitirmiş karanlık dehlizlerine bakıp korkulara, ümitsizliklere gark oluyor. Yine filler, yine çimen…
Ben de ansızın kendimi sera naylonunun altında kişisel olarak duyarsızlaştığımız ne varsa sorgular halde buluyorum. Sonra ansızın “Kurban-Kurtarıcı-Zalim” dram döngüsü beliriyor zihnimde. Varoluşsal bir hapishane gibi etrafımızı çevrelemiş bu üçgenin görünmez parmaklıkları ardından bakmaya zorlanıyoruz burnumuzun dibinde olup bitenlere…
Doğrusu ben artık bu tünel görüşü sendromundan fazlasıyla sıkıldım ve fark ettim ki bu bıkkınlık beni duyarsızlaşmanın çok ötesine, büyük resmin içindeki farkındalığa taşıyor. Zamanın kırışık, ütüsüz kumaşında bir topa sarılı katların arasında sıkışıp kalmış olsak da buradayız işte. Olma halinin yetersizliğini tüm benliğinde hisseden herkes gibi işlevsiz, işe yaramaz hissediyoruz çoğu zaman. Böyle zamanlarda Amerikan film endüstrisi sağ olsun aklıma onların AA(adsız alkolikler) toplantılarında ettikleri şu meşhur dua geliyor:)
“Serenity Prayer” yani bizde dinginlik ya da huzur duası diyelim.
“God, grant me the serenity to accept the things I can not change, courage to change the things I can, and wisdom to know the difference.”
"Tanrım değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmem için bana dinginlik,
yapabileceğim şeyleri değiştirme cesareti ve
farkı bilmek için bilgelik ver."
İşimiz Allah’a kaldı demiyorum tabii… İnanan inanmayan herkes için işimiz her zaman olması gerektiği üzere bize kaldı diyorum. Bir merciiden talep etmek yerine bu duayı kendimize edelim ve kendimizden dileyelim diyorum.
Sevgili ben,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmem için bana dinginlik.
Değiştirebileceklerimi de yapabilmem için cesaret
Ve farkı anlayabilmek için bilgelik ver!
Muhatabınızı kim alırsanız alın bence harika bir niyet! İnsan olmanın en büyük sıkıntısının şu ikilemde saklı olduğu düşünülürse; her şeyi kontrol etme çabası, buna gücümüzün yeteceğini düşünme yanılgısı... Gerçekliğin ise ironik bir biçimde bunun tam tersi oluşu…
Kuantum dolanıklığı denen bir gerçek var. Kuantum fiziğine göre iki benzer parçacık birbiri ile eşzamanlılığa sahip. Bu parçacıklar ayrı yerlerde birbirlerinden çok uzak mesafelerde olsalar bile birinde olan bir durum diğerini de aynı şekilde etkiliyor.
Yani bilimsel olarak da ispatlandığı üzere tek başımıza kontrol edemeyiz. Her birimizi oluşturan atomlar bir noktada bu dolanıklığı yarattığından, önünde sonunda bütüne bağlıyız.
Demek oluyor ki üst niyetin her zaman bireyin dönüşümüne değil de bütünün dönüşümüne odaklı olması gerekir. Pek tabii bu da bizi yine dolambaçlı bir yere, bireylerden başlayacak değişime mecbur kılar. Bu kısır döngü gibi görünen gerçeklik bireysel hayatlarımızda kendi kişisel gelişimimizi en üst seviyelere taşımak ve bize temas edenlerin de dolayısıyla dönüşümüne etki etmekten geçer.
Zamanla büyüyen etkiyi kendi kısacık hayatlarımızın içinde belki göremeyeceğiz ama gücümüzü bu yönde ortaya koymazsak, isyan edip mağdur, zalim ya da kurtarıcı rollerinden medet umarsak, bizi yönetenlerden farkımız olmayacaktır. Bu da bizi toplumsal hatta evrensel duyarsızlığın dibinde, gerçek işlevsizliğin karanlığında, ve hatta yok hükmünde kılacaktır.
(Spoiler Uyarısı!!!)
Filmimizin mağduru Peter da önce mağdurun dibini görür, sonra annesi Rose’un kurtarıcısı rolünü sırtlanır sonrasında da Phil’e haddini bildirerek zalimliğin adeta kitabını yazar.Her zaman olduğu gibi bir film incelemesi yapmak değil niyetim, bu işi uzmanları şahane yapıyor zaten, Altyazı dergisinde keyifli bir inceleme bulabilirsiniz.
Ben Filmin hissettirdikleri üzerine yazmak istiyorum.
Hiçbir fikrim olmadan bir filme başlamak çoğu zaman beni çok keyiflendiriyor. Tıpkı bilinmezlerin içine merakla dalmak gibi maceracı bir heyecan veriyor. Bu defa da böyle oldu, tek bildiğim bir dönem filmi, Western izleyeceğimdi ki pek de hastası olduğum söylenemez:)
Filmin ilk 15 dakikası, Western türüyle ilgili zihnimde yer alan bilgileri taramak ve gidişatı anlamlandırmaya çalışmakla geçti. Film sünüyor gibiydi. Belirsizlikle gelen bu sıra dışı, neredeyse kopuk diyaloglar, boşlukları hızla doldurmak ve durumu hemen çözümlemek isteyen zihnimin bilmedikleriyle mücadelesine klişe bir cevap verip, off sıkıldım, duygusunu sızdırıyordu yavaş yavaş… Çok geçmeden bu his, merak ve hayranlığa evrildi. Karakterlerin derinlikle işlenmiş karanlık oluşumları, bunu bazen boğucu bir incelikle izleyiciye aktaran anlatım beni bir girdap gibi içine aldı. Anne oğul ve abi kardeşten oluşan 4 kişilik bu küçük hikayenin, büyük oyuncuları ve yönetmen Jane Campion'ın kocaman bir coğrafyada zumladığı anlar, kareler çarpıcı, yıkıcı ve düşündürücüydü.
Şu an içinde bulunduğumuz savaş ortamında, bireylerin hala içine adeta doğduğu ve sadece güçlü bir farkındalık ve kabulle bu döngüyü kırabilecek olduğu gerçeğiyle yüzleşmek adına da aydınlatıcıydı. Mutlaka izleyin derim. Yönetmen Jane Campion bize üç bacaklı bu dramı (mağdur-zalim-kurtarıcı) pırıl pırıl bir yalınlıkla dört muhteşem performansın amorsundan aktarıyor. Finalinde ne bir zafer, ne bir yenilgi ve de bir umut olmaksızın, bize belki de bu rollere tutunmayı sürdürdükçe kimsenin kazanamayacağı bir savaşın varlığını işaret ediyor. Bu döngü yaşam buldukça ne zalimler biter ne de kurtarıcılar… Kendi kuyruğunu kovalayan bir kedi gibi sonsuz bir döngüde, bir top kumaşa sarılı kalmış bizler öylece var olmaya devam ederiz, bir adım ileri, iki adım geri…
Filmin adı İncil'de geçen bir ayete gönderme niteliğinde. “Köpeğin Gücü”, İsa'nın düşmanlarının bir araya gelerek bir köpek sürüsü gibi ona saldırmasını ifade ediyor.
O zaman tesadüf diyebilir miyiz; Dünya'nın en meşhur mağdurları olan Peygamberlerden birinin kitabına gelen bu göndermeye;)
Onları savunmak ve peşlerinden gitmek adına hareket eden tüm takipçileri de kurtarıcı kisvesinden zalimliğe akan nehirler gibi dünya döndükçe en büyük katliamları yine bu peygamberler adına yapmadı mı?
Allah’ın ve Peygamberlerinin şu düşünce yapılarından çektiğinin çok daha fazlasını maalesef bu döngüler sürdükçe İNSANLIK daha çoook çekmeye mahkum.
Mağdura şefkat, acıma, zalime küfür, öfke, linç, kurtarıcıya da alkışı, tezahüratı bir kenara koymanın vakti geldi de geçiyor. Hepimize canı gönülden en kısa zamanda derin ve kolayca geçmesini dilediğim ezber bozmalar, ayılmalar, aydınlanmalar dilerim.
Hamiş:
En iyi film dalında adayları, kendimce bir değerlendirme yapıp beğenime göre sıraladım :) Oscar'a bahis niteliğinden ziyade çok kişisel, keyfe keder bir sıralama olduğunu da belirtmek isterim. Sorunuz, öneriniz olursa ya da sadece üzerine konuşmak isterseniz de yorumlara yazabilirsiniz.
The Power of the Dog. ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️
Dune ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️
Drive My Car. ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️
CODA ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️
Belfast ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️
King Richard ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️
West Side Story. ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️
Nightmare Alley ⭐️ ⭐️ ⭐️
Don't Look Up ⭐️ ⭐️ ⭐️ ⭐️
Licorice Pizza. ⭐️ ⭐️ ⭐️
Comentários